Atalarından senin şahsiyetine tevarüs eden ve onların da karakterine şekil veren topraklardan yazıyorum. Şuan karşımdaki deniz, karanlığın ortasında, inatla karayı dövüyor yükselen dalgalarıyla. Sahile vuran her bir dalga, gökgürültüsünü hatırlatan bir ses bırakıyor kulaklarımda. Sanırım davamızdaki sebatın bu dalgaların geceli-gündüzlü inadından geliyor. Sesindeki heybet de öyle.

Sırtımı verdiğim yüksek dağların vadilerine serpilmiş meskenlerde yaşayan atalarından öğrenmiş olmalısın engebeli yollarda yol almayı, aşılmaz sanılan dağları aşmayı; atılınca adımlar, her yolun bir şekilde süt liman denizlere çıkacağını.

Yeşilin her tonuyla süslenmiş bir türbeyi andıran bu dağlar öğretmiş olmalı sana ölümün tevazusunu. Ve bu masmavi denizden almış olmalısın boyun eğmeyen asaletini. Bulutlu günlerin kurşuni deniziyle berkitilmiş olmalı iradenin çelikliği.

Sen, bugüne kadar başımıza gelenlerin en güzelisin. Sen bizleri bir arada tutan imamesin. Söylediklerine değil söylemek istediklerine, dilinden dökülenlere değil gözbebeklerinde gördüklerimize itimat etmemiz bundan sebep. Kopmayalım diye birbirimizden, koparmayalım diye kardeşlik bağını, peşin sıra tuttuk saflarımızı.

Daha en baştan, “kefenini giyip bu yola çıktığını” söylerken sen, kürsü edebiyatı yaptığını sandı birçokları.

Ey başımıza gelenlerin en güzeli! Yaşadıklarımızın ve bizlere yaşatmayı planladıkları korkunç olayların dehşetinden, yazdıklarımı toparlamakta zorlanıyorum. Oysa senin kısacık bir görüntün, damarlarımızdan toplanıp kalbimizde düğümlenen kanlarımızı harekete geçirdi. Sesinle ısınan öfkeli kanlarımız uzuvlarımızı sararken, aklımız başımıza geldi.

Sen “halkımı meydanlara çağırıyorum” derken, gözbebeklerini okumayı bilenler “meydan” kelimesinde mündemic olan cümle muhtelif manalara vakıf idi.

Gözlerini okumayı bilmeyenler sonradan televizyon ekranlarından anladı ne demek istediğini. “Meydana çağrılmak” bin yıllık bir milletin tüm tehlikeleri göze alarak daha önce binlerce kez yaptığı gibi “meydana çıkması” demekti. Tank paletinin önüne yatmak, alnı soğuk namluya dayamak, top güllesine, uçak füzesine göğüs germekti. Damarlarındaki asil kanın sıcaklığının asfaltın yakıcılığı birleşmesiydi.

Milletin, senin davetine ahseni kabul ile icabet etti. Şimdi bir millet yeniden kendini bulup meydana geliyor. Meydanın genişliği ile berraklaşan zihni, yaşanan süreci tekrar gözden geçiriyor. En başından başlıyor sorgulamaya; meydana çıkmasını engelleyen binalardan, yollara konulan yanlış tabelalardan, görüş açısını daraltan panolardan… Topluma kendilerini “rehber” diye yutturup yoldan çıkaran haramilerden, meydana çıkacak yolları tıkayan haramzadelerden, hakikat diye dinlediğimiz herzelerden……

Çıkılan meydanlar, mahşerin bir provası olmaya aday. Hesap vakti gelmeden önce kendimizi hesaba çekmeye bir vesile…

Başımıza gelenlerin en güzeli!

Bu defa başımıza getirmeye çalıştıkları şey, bugüne kadar gelenlerin en beteriydi. Güneşin doğduğu yerden başlayan ve battığı yere kadar varan bir dizi başkentten gizli toplantılarda verilmişti karar. Karşımıza çıkacak kadar cesaretleri olmadığından yine yüzlerine maskeler takıp içimizden maşalar kullandılar. Bu kez çok sıkışmış olacaklar ki cami duvarına bevletmekle yetinmediler. Ecellerini tehir etme ihtimali kalmasın diye herhalde; cami imamının canına kastedip, mihraba pislediler. Kafalarına taktıkları takkeler sayesinde cami duvarını geçip imamın arka safına kadar yaklaştılar. Aynı şadırvandan abdest almış olmamız, fıkhi necasetlerini farketmemizi engelledi.

Neyse ki imamın basireti, cami cemaatinin duaları ve huşuyla kılmış oldukları namazları getirdi Mevlâ’nın yardımını.

Şimdi hepimiz için arınma vakti. Tazeleyelim abdestlerimizi. Kapatıp ağızlarımızı, takalım eldivenlerimizi. Çünkü bu sefer çok pis kokuyor necasetleri. Ve şükredelim Rabbimize. İçimizdeki ahmaklar yüzünden bizleri perişan etmedi diye.