Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkemizde bir kesim -bir kesim dediğime bakmayın milletin neredeyse %90’ı kadarı- hep dışlanmış, horlanmış, küçük görülmüştü.

Yaşanan bir dizi olay, darbe, alaşağılar, idamlar vs. her türlü kaosa ortam hazırlayacak faaliyetler özünde tek bir sebebe dayanıyordu: Yumuşak ifadesiyle 1400 yıl önce inmiş bir dinin emirlerini çağa uyarlama (her nasıl oluyorsa) ve gericilikle(!), irtica ile mücadele. Yani düpedüz İslam’la mücadele.

Bu küçük kesimin(!) hayat tarzı, inanışı, tarihi değerlerine bağlılığı sorgulanmış, baskılarla yok edilmeye çalışılmış yok edilememiş ise alafranga yaşam motifleriyle dönüştürülme yolu denenmiştir.

Onca yok etme eylemine rağmen bu misyonlarında hiçbir şekilde başarı kat edemediklerinden ve dahası her geçen zamanda güçlenerek karşılarına çıkmalarının ızdırabını duyageldiler. Dinin egemen olduğu İslamî bir toplum yapısı Avrupa’yı hep rahatsız etti. Dolayısıyla Avrupa aşığı Bihruz Beylerimizi, Firuze Hanımlarımızı rahatsız etti. Çünkü Avrupalı yarenleri, ‘pub’larda birlikte hoşça vakit geçirdikleri medeniyet timsali dostları bizi böyle dini bir yaşam üzere görmek istemiyorlardı. Biz de onlara benzemek, onları memnun etmek ve onlar kadar medeni(!) olabilmek adına arzularını dikkate almak ve amade olmak için elimizden geleni ardımıza koymadık.

Buradan önce yazdıklarımı şimdi bir “Kemalist” gazetecinin ağzından kronolojik vurgular ve kendi sinir uçlarına dokunuşun yakınmalarıyla okuyalım:

“60 yıldır, bizleri yönetme görüntüsü altında bir zamanlar tüm dünyanın hayranlık duyduğu, Atatürk Cumhuriyeti’nin temeli olan devrimleri yozlaştıranların… gerçek bir Türk buluşu olan Köy Enstitüleri’ne ve Halkevleri’ne kayınların… kızların da gittiği yüzlerce ‘imam’ okuluyla, sayısız Kur’an kursuyla eğitim birliğini düpedüz rafa kaldıran… güzelim Türkçemizle okunan ezanı tekrar Arapça okutmayı marifet sayanların… ‘Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir..’ diye haykıran o büyük insandan intikam alırcasına ve üç buçuk oy uğruna kerameti kendinden menkul birtakım softaların, ne idüğü belirsiz din bezirganlarının elini öpenlerin, bunları sarıkları ve cüppeleriyle başbakanlıklarda ağırlayanların… 6-7 Eylül 1955 senaristlerinin… yurdun yeniden kara çarşaflar, şalvarlar, poturlar, türbanlarla çağ dışı bir görüntü vermesine göz yumanların… ‘numaracı cumhuriyetçi’ sözde entel takımının, döneklerin, liboşların… ‘işini bilen’ memur özlemindeki başbakanların… makamlarındaki kasalardan yüz binlerce dolar çıkan bürokratların… bunların görmezden gelip birbirlerini ‘aklayan’ dokunulmazlık zırhına bürünmüş iktidar sahiplerinin… ‘kremanın kreması’ olmakla övünen sözde iktisat profesörlerinin… ‘Tarikatların iyisi de vardır…’ diyebilen ‘umut’ eskilerinin… Atatürk’ün kurduğu partiyi Meclis dışında bırakmayı ‘başaran’ muhalefet liderlerinin… ülkenin en fakir olduğu, gene de Osmanlı’nın borçlarını ödeyip kendi sanayini kurmaya çabaladığı dönemlerde bile dünyanın en güçlü birkaç parasından biri olan liranın değerini dolar karşısında 1 liradan 1 milyon liraya düşürme ‘basiretini’ gösterenlerin… vasiyetini çiğneyip, kendi varlığıyla yarattığı kurumları, sorumsuzca birer devlet dairesine dönüştüren üniformalıların… beceriksizlikleri yüzünden varı yoğu satılan ülkeyi bir de bankalar, holdingler yoluyla soyup soğana çeviren kimi patronların… bunlara aile fotoğraflarında yer veren yıllanmış ‘baba’ların.. garip işaretlerle kimlik gösterisi yapan yaşını başını almış siyaset esnafının hiç mi günahı yok? Türkiye; ilkeleri, görüntüsü ve politikalarıyla Fransızların bir zamanlar pek sevdiği deyimle La Turquie Kemaliste (Kemalist Türkiye) olarak kalsaydı; üstelik ‘Cumhuriyet çocuğu’ geçinen -sözde- yöneticiler eliyle bugün içine yuvarlandığı müflis tüccar durumuna düşürülmeseydi, kısacası ülkeyi yönetme iddiasıyla ortaya atılan çapsız, çıkarcı ve tükenmiş adamlar görevlerini doğru dürüst yapsalardı, bir zamanlar dostluğumuza bunca önem verenler bizi kendilerine bunca yakın görenler acaba ülkemizle gene de böyle uğraşabilirler miydi? Unutmayalım -sözde- soykırım yasalarını çıkarttıran Ermeniler, Fransa’da ve başka yerlerde 80 yıl önce de vardılar, ama Türkiye 1950’ler öncesinin Türkiye’siydi. Konumu bambaşkaydı. Hafife alınacak bir ülke değildi.

20’li yaşlarımda Avrupa’da elimi kolumu sallayarak geziyor, cebimdeki sınırlı Türk parasıyla uygarca yaşıyor ve gittiğim her yerde bir Türk gazeteci olarak ilgi ve saygı görüyordum. 60 yıl sonra şimdi, yaşım 80’i bulmuşken, ne ben yurtdışından ‘davet’ ve ‘garanti mektubu(!)’ edinerek veya tapumu döviz hesabımı(!) filan göstererek vize dilenip Avrupa’nın kapısını çalmak istiyorum ne de doğrusu Avrupa’da bizleri görmek isteyenler var!..

Utanmaları kaldıysa utansınlar Türkiye’yi son 60 yılda bu hallere düşürenler ve Avrupa’nın gene de onaylanmaz tutumu karşısında kabahati biraz da kendilerinde arasınlar…”

İşte bu satırlar Orhan Karaveli’nin Görgü Tanığı isimli kitabında aynen yazıldığı şekilde geçiyor.

Orhan Karaveli’nin Fransızlar ağzından çok methettiği Kemalizm; İngilizler tarafından kitabı dahi yazdırılan Mustafa Kemal Paşa’yı haşa ilahlaştıran bir anlayışla yeni bir dinmiş gibi yaşandı ve algılandı.

Orhan Karaveli’nin aynı zamanda sahibi olduğu Vatan gazetesinde yazıları da yayımlanan Tekin Alp müstear adlı aslen Yahudi ve asıl adı Moiz Kohen olan şahsın Kemaliz adlı kitabına yakından bakıldığında resim daha da netleşecektir.

Kitabın içinde benzerleri çok olan bir bölümü şöyle diyor:

“…Kafası ezilecek olan bu düşmanın adı teokrasi idi. Kemal Atatürk asıl hastalığın membaı o olduğunu çok iyi biliyordu. Biliyordu ki bu düşman yaşadığı müddetçe Türk milleti manevi esaretten kurtulamayacaktır.

Filhakika, Türk milletinin yarısını teşkil eden kadın, şeriat zihniyeti yüzünden haremlerin kafesleri arkasında bir esir hayatı yaşamağa devam ediyor, sokakta ancak bir heyula kılığına girip dolaşabiliyordu.

Ve hep ayni muzır zihniyet yüzünden bütün Türk milleti, göze görünmez kafeslerin arkasında, garp kültüründen uzak, membaı Arabistan çöllerinde bulunan ruhani ve şeri kanunların tesiri altında yaşamaya mecbur bulunuyordu. Kemal Atatürk, hasmın kuvvetini hiçbir zaman azımsamamıştır. Ona cepheden hücum etmenin cüretkarlık olacağını bilmiyor değildi. İslam dininin Türk devletinin dini olduğu hakkındaki hükmün, 1928 nisanına kadar, kanunu esasiden çıkarılmaması ve çöl hayatından mülhem olan dini kanunların ceffelkalem lağvedilememesi bu yüzdendir. Kemal Atatürk, bazı şer’i müesseselerin ilgası ile vaziyette büyük bir değişiklik husule gelmeyeceğini bilmez değildi. Pekala biliyordu ki gün ortadan kaldırılan müesseseler, yarın ilk fırsatta tekrar kurulabilir. Marazın membaını bulmak, mürteci ve muhafazakar kafayı halkın şeriata derin bir surette bağlı zihniyetini değiştirmek lazımdı. Bu zihniyet her yeni müesseseyi an’anelerine dahil bulunmayan her yeni vaziyeti halka dinsizlik gibi gösteriyordu. Türk milletini asırlarca geri bıraktıran, her yeniliğe karşı beslenen bu nefrettir. Garp, yeni şeyler icat ederek her gün daha ziyade öğrenerek yeni fikirler edinerek terakki ve medeniyet yolunda ilerlerken Türk milleti, tıpkı bütün öteki Müslüman milletler gibi gayri İslam diyarlardan gelen yenilikleri reddediyordu…” (Sebil, Ocak 1976)

Burada Türk milletine dikte edilen Kemalizm ve diğer ifadesiyle lâdînilik üzerinden köksüz ağaca döndürülmeye çalışılan bu vatan toprakları daha kolay kontrol edilecekti. Nitekim öyle de oldu.

Medeniyet timsali olarak önümüze altın tepside sunulan Avrupa bugün bile tuvalet adabı edinememiş bir topluluk. Bilenler bilir cadde ortasında, katedral duvarlarının diplerinde neredeyse açık ortamlarda def-i hacet eyliyorlar. Hollanda gezimde Amsterdam’da bulunan bir dostumuz bahsetmişti. Tuvaleti Osmanlı’dan gören öğrenen Avrupa’da evlerinde tuvalet bulunmamasından dolayı pisliklerin camlardan poşetlerle aşağılara atıldığı zamanlardan geçmiş bir Avrupa’dan bahsediyoruz. Kötü kokularının ayyuka çıkması sebebiyle bu kokuları gidermek için envai çeşit parfüm üretmek zorunda kalan bir kavimden.

Medeniyet merdiveninin en alt basamağı sayılabilecek tuvalet mevzusunu bile İslam’dan öğrenen bu sözde medeniler İslam dinini Arap çöl hayatından mülhem bir anlayış olarak İslam’la şereflenen ve yüzyıllarca huzur ve refah içinde yaşayan bu millete empoze etmeye çalıştılar.

Günümüzde bu zihniyetin temsilcileri hâlâ var ve Kur’an, sünnet ve dini değerleri kendilerine göre şekillendirme ve Avrupalı dostlarının gösterdiği ufukta azimle yürüme idealizmi capcanlı barındırmaktalar.

Lakin bilmeliler ki artık ümmet, kokuşmuş zihniyetlerin ürettiği ve kaosa sürükleyecek her türlü din dışı uygulama ve anlayışa canları pahasına da olsa asla müsaade etmeyecektir. İnsanlar geçilse bile; “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette Biziz.(Hicr-9)” ayeti mucibince Allah(cc) asla müsaade etmeyecektir.