Fikrin güncel hayatın girdabına kapılmadan diri kalabilmesi, düşüncenin önünün açılabilmesi, geçmişin ve mirasın üzerine yeni tuğlaların konulabilmesi ideolojik takıntı ve saplantıların dışına çıkılmasıyla mümkün.
Kapitalizm, Marksizm, Sosyalizm, Maoizm, Stalinizm, Feminizm, Humeynizm, Vehhabizm, Nazizm… ve benzeri her bir -izm mensuplarını sabit birer bakış açısı vererek değişmez kalıplara hapsolan dünya görüşlerinin parmaklıkları arasına sıkıştırır.
Kuşkusuz, insan, düşünce dünyasını geliştirmek üzere başlangıçta belirli öncüllere (mukaddemat, postulat) gerek duyduğunda, ideolojilerin bu doğru veya eğri öncülleri, zihnin işlemesinde işe yarayabilir. Bir ideolojisi olan insan diğerlerine göre, soyut düşünceye bir adım daha yaklaştığı için kendisini farklı ve güçlü hissedebilir. Ancak bu genellikle yanıltıcıdır.
İdeolojilerin takipçileri, ideolojilerinin sunduğu önerilerinin doğru ve haklılık payı olan kısımlarını hararetle savunurlar. Savundukça da bu düşünceler zihinlerinde kemikleşmeye başlar. O ideolojinin kendisini, zamanla “dogma”ya dönüşen, basmakalıp düşüncelere sıkıştıran taraflarını göremez olurlar. Yani, kendisini başlangıçta gelişmeye yönelten ideolojisi, bir süre sonra onun gerçeği (hakikati) ve aşkın (transandantal) düşünceleri görmesine engel olur. Çünkü “aşkın gözü kördür” ve sloganik ezberler hem zahmetsiz bir kolaylık sunar hem de pek tatlıdır…
İdeolojilerin takipçileri, gerçek ve sağlıklı bir düşünceyle ideoloji arasındaki kopmayı olayın içinde yaşadıkları için mantıklı bir şekilde değerlendiremezler. Bu gerçeği örneklerle açıklayalım:
Her şeyden önce şu konuyu açıklamakta fayda görüyorum: Dini inançlar ile ideolojiler birbirinden ayrıdırlar. İslam bir dindir, inançtır mesela… İslamizm ise bir ideoloji… Musevilik (Yahudilik) bir inançtır, ama Siyonizm bir ideoloji… Hristiyanlık bir inançtır, ancak Lübnan tipi Falanjizm veya Evangelizm bir ideolojidir. Bu ayrım şu açıdan önemlidir:
Bazı insanlar bir dine inandığını düşünürken, aslında içinde olduğu hareket, grup, cemaat, kilise vs. dini olmaktan çok “dünyalık”tır.Din, ahlaklı, adil, dürüst ve ölçülü olmayı emrederken, ideoloji(si) ona kendinden olanı bu ilke ve kurallara rağmen tutmayı emreder.Falanjist için de DAEŞ’çi için de ilkeler ve değerler yoktur. Onların yerine, ezberler, kin, intikam, öfke ve hayal ticareti ve dünyalık-ahretlik vaatler vardır.
Geniş halk kitlelerinin, yüzlerce yıllık geleneğine sinmiş olan İslam, insan ve toplumun çizgilerini belirleyen ahlak ilkelerini ortaya koyan bir inanç… Adalet ve hakkaniyeti (qıst) emreden; zayıfı, yoksulu ve yetimi ezmeyi yasaklayan; adil ve dürüst olmayı buyuran; haksız yere öldürmeyi açıkça men eden; çalmayı yasaklayan ve hak ettiğinden fazlasına göz dikmeyi ayıplayan; insanları aldatmayı; ölçü ve tartıda hile yapmayı net bir şekilde yasaklayan İslam’dan bir ideoloji çıkarmak ancak yaşadığımız bu talihsiz iki yüzyıla düştü. Vehhabizm, DAEŞ, Humeynizm ve kişi isimlerine bağlı diğer -izmleri İslammış gibi ortaya dökmek onu gökyüzündeki soyut ve erişilemez, aşkın ruhunu yeryüzü zindanına hapsetmeye çalışmak gibi bir ihanettir. İslam ideoloji değil, bir dindir.
Rasyonel (akılcı) düşünce makul ve mantıklıdır. Ancak “rasyonalizm” vakit geçtikçe belirli bir dönemde bir ideoloji gibi kalıplaşan ve diğer düşünceleri anlamanın önünde bariyer oluşturmaya başlayan bir “dogma”ya dönebilmiştir.
Ezilen kadınların haklarını savunmak üzere haklı gerekçelerle yola çıkmış olan Feminizm, aynı çizgiyi koruyanların yanında, başladığı noktanın oldukça uzağına sürüklenen dar bir ultra-feminizm ideolojisine dönüşmüş durumda…
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e sevgi ve saygı duymak başka bir şeyken onun düşüncelerini “Kemalizm” veya başka bir adla kalıplara sokup dondurmak, değişen hayatın gerçeklerinden kopararak nostaljik bir skolastisizme ve oradan da bir “dogma”ya, çevirmek, onu düşüncenin ve doğal akışındaki değişimin önünde bir bariyer ve araç olarak kullanmak açıkça bir “ideoloji” anlamına gelir. Çıkış noktası itibariyle eşitsizlik eleştirilerine dayanan Marksizm teorisinin, gerçek hayatın pratiğine indiğinde açıkça başarısız bir felakete ve zulme döndüğünü Doğu Bloku tecrübesi gösteriyor.
Kendi milletini/ulusunu sevmeyi kısa bir sürede ırkçılık derecesine dönüştüren Faşizm’in veya Nazizm’in savunucuları, başkalarına hayatı hakkı tanımamayı kendi hakları olarak görüyorlardı. Onlar, mutlak doğrunun sahibi sıfatıyla dünyayı yeniden tasarlamak iddialarıyla oluk oluk insan kanı akmasına sebep oldular ve bunu yaparken de E. Hoffer’in tanımlamasıyla “kesin inançlı” -izmlerin izleyicileri olarak kendilerinden son derece emindiler.
Bu takipçiler, o dönem için anlamlı olan ve birer sığınak olarak gördükleri yarım asırlık, bir asırlık ezberleri dünyanın tek hakikati gibi sunan zihin cenderelerine sıkışıp kalmış oluyorlardı. Çünkü -izmler, takipçilerinin zihin ve algı dünyasını kendi dar alanına hapseder. İzleyicileri için bir at gözlüğü fonksiyonu görerek sadece görülmesi istenen istikameti görmelerine izin verir. Geri kalan görme sahası ise, o -izme göre yalandır, hatalıdır, şeytandır. İdeolojilerin takipçileri, kendi dönemlerinde anlamlı bulunan ve taraftarları olan düşünceleri dar dünya görüşleriyle kolaylıkla bir “dogma”ya çevirirler.
İzm’lerin mensuplarının diğer dünyaları tanımalarına izin verilmez. Mutlak teslimiyet ve tabiyet için, genellikle tektip yayın organı izletilir; grup içi evlenmeye zorlanırlar; grup dışındakilerle konuşmaları şüpheli görülür. İzm’lerden birine mensup olan kişi, emredilenlerin dışında düşünmemelidir. Ezberletilenlerin dışında düşünürse, eleştirir ve çözümler üretirse ideolojik grubun dışına atılır. İdeolojisine ihanet etmiş görülür.
İdeolojiler kendi korku tünellerini de oluştururlar. Çizgilerinin dışında duranları ya dünya, ya ahiret veya her ikisini de “kaybedenler” zümresine sokar; diğerlerini şeytanlaştırır… İdeoloji saplantısı olanlar çoğu kez, kendilerinin anlaşılamayan “über-insan”lar (üst-insan) olduklarını zannederler.
Cemil Meriç’in, ülkede kanın gövdeyi götürdüğü bir dönemde, iç ve dış saldırılarla gençlerin kanının su gibi döküldüğü yıllarda, o dönem kimsenin anlamasını beklemeden “Bu Ülke”sinde çığlık çığlığa haykırdığı bir cümleyle sonlandıralım:
“-İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor…”