İbrahim Tenekeci, Milli Gazete yıllarından beri takip ettiğim bir yazar. Yalnızca bir yazar değil elbette, özellikle son dönemlerde kaleme aldıklarıyla samimiyetin, ihlasın, nezaketin timsali bir güzel adam İbrahim ağabey. Şairliğinden anladığımız, hiç yitirmediği çocuksu bir hayret duygusuyla Yeni Şafak’ta yazmaya devam ediyor. Öyle güzel yazıyor ki, bizi adeta iki omuzumuzdan tutup silkeliyor kendimize gelmemiz için. Bir zihin nasıl sarih tutulur, olaylara, gelişmelere nasıl en doğru açıdan yaklaşılır bunun dersini veriyor. En insani taraflarımızı hatırlatıyor sağolsun.
Tv 5’te çalışmaya başladığım sene, onun Milli Gazete’den henüz ayrıldığı döneme denk gelir. İbrahim ağabey, o süreçte alacaklarını kurumdan tahsil etmek ve hem de yıllardır emek verdiği gazetesini ziyaret etmek için geldiğinde tanışmış ve uzunca muhabbet etmiştik. Öncesinde, köşesinin sıkı takipçilerinden biri olarak kendisinden posta yolu ile “üç köpük” adlı şiir kitabını hediye olarak almıştım. Yıllar sonra o sohbet esnasında, yazdığı gibi bir adam olduğu zihnimde tescillendi. Aslında tam olarak kalbimde.
Sözü aslında uzatmak da abesle iştigal. İbrahim ağabey konuşmalı ve bizler dizinin dibine oturup dinlemeliyiz. Ne mi yazıyor Tenekeci? Yo yo öyle uluslararası denklemli, konjontürlü, politik filan değil yazdıkları. Bildiğiniz “sağlıklı hayat reçetesi” onunki.Vefadan söz ediyor, dostluktan, memleket sevgisinden, ölümden, şahsiyetten ve kardeşlik ahlakından… Hâsılı insan olana dair ne varsa anlatıyor sabırla, titizlikle.
Hem öyle ağdalı bir üslubu da yok. Yedisinden yetmişine herkesin idrak edebileceği bir dille yazıyor. “Türkiye” derken kalbi titriyor belli ki. Ve şunları iliştiriyor: “Bizim için Türkiye, Edirne’den başlayıp Kars’ta biten bir ülkenin, bölgenin, coğrafyanın adı değildir. Bosna’dan, Üsküp’ten, Kırım’dan, Kudüs’ten, Halep’ten, Buhara’dan başlar ve bitmez. Umut gibi.”
“Nedir Türkiye” sorusunun cevabını öyle derin veriyor ki memlekete yeniden âşık oluyoruz hep birlikte: “Türkiye, bizim ömür kitabımızdır. Biz bu memleketin hem ustası, hem acemisiyiz.”
Önemli kararlar öncesinde, mutlaka bir kabristana giden, tenhaya çekilip saatlerce oturan bir güzel adamdan söz ediyorum. Ne incelik değil mi? Karar almadan, ölüm düşüncesinin hırs ateşini söndüreceğine, dünyaya düşkünlüğünü azaltacağına kanaat getirerek öylece kabristanda vakit geçirmek. Ölüm diyor “biriktirdiğimiz şeylerin altında kalmak olmalı.” Ölüye ağlamayandan, diriye gülmeyenden dem vururken bunların insanlığa irtifa kaybettirdiğini dillendiriyor.
İbrahim ağabeyi üzüyorlar bazen. Ve kalemi eline alıyor, sonra üzüntüsünü vicdanına kurban etmeden öğüt verircesine haykırıyor adeta: “Sadece sosyal medya değil, bazı gazeteler de sıklıkla yalan haber yapmaya başladı. “Cezası neyse veririz.” Peki, karşı tarafın hayatı ve haysiyeti ne olacak? Kandırılan, yanıltılan insanlar? Bana kalırsa, yalan, doğru olmayandan daha fazlasıdır. Yalan, insana mahsustur ama insanî değildir. Yalandan kim ölmüş, diyorlar. Yalan, insanı değil, insanlığı öldürür.”
Meseleyi sadece bireyselliğe hapsetmeden, hayatın neredeyse tüm alanlarını kapsayan bir duruşla yalana ilişkin örneğinde devamla bakın neler diyor: “Siyasi yahut edebi ikballeri için yalan söyleyen çok kimse gördüm. Yalan, her şeyden önce, işlerimizin ve ilişkilerimizin bereketini kaçırır, kaçırıyor. Dönüp bakıyorsunuz ki, yanınızda veya elinizde bir şey kalmamış. Kalmış da kalmamış.”
Neyi biçmek istiyorsak onu ekmeliyiz başlıklı yazısında mahcubiyetin gönül ile olan rabıtasına dikkatlerimizi celb ederek “Kalbi ölen kişi, utanma duygusunu kaybedermiş. Utanmıyorlar mı? Utanmıyorlar.” diyor. Aşk olsun!
Hayata yalın bir zaviyeden bakmak her zaman iyidir, giriftleştirmeden, olduğu gibi. İbrahim ağabey de öyle yapıyor. Tüm iyimserliğiyle, dostu ihmal etmenin, istemeden kalp kırmanın telafisinin mümkün olduğunu söylüyor sonra da diyor ki: “İnancım odur ki, güzel ahlak ve yüksek mesuliyet, kardeştirler.”
‘Bunca kötülük varken kendimi korumak yahut bu kötülüklerin arasından sıyrılmak için neler yapmalıyım’ sorusunu hepimiz kendimize sormuş ve bir arayışa girmişizdir muhakkak. O da öyle, ama kendine has bir yerden kalkarak tabi. “Olumsuz örneklerin beni götürdüğü yer, tam olarak şurasıdır: Vefa, kendini bilmektir. Dönüp bakmaktır. Unutmamaktır.”
Vefadan söz açtık değil mi? Buyrun: “Bize düşen, her türlü olumsuzluğa rağmen, vefa yokuşunu çıkmaya çalışmaktır. Yokuşun sonunda güzel bir şey olmayabilir, olsun. İnancıma göre, vefa doğuştandır, vefasızlık ise sonradan edinilir. Mesela, “siyasette vefa yoktur” derseniz, vefasızlığı normal bir davranış gibi görmüş ve göstermiş olursunuz. Aynısı, hayatın her alanı için geçerlidir.”
‘Meziyet ve şahsiyet bir araya geldiği vakit’ ortaya bir İbrahim Tenekeci çıkıyor işte. Yazdıklarını bir nasihatname gibi okuyan yalnızca ben de değilim biliyorum. Şimdi sözü ona bırakacağım ama önce kısa bir not: İbrahim Tenekeci, adına yakışır bir biçimde, 50 sayıya ulaşmak üzere olan ‘itibar’ diye bir dergi çıkarıyor. Ben artık susuyorum.
“Kusur aramaya başlarsak, kusursuz insan olmadığını görürüz. Aramayalım. Arayacaksak da, önce kendimizden başlayalım.Yazılarımızı hep bu anlayışla kaleme alıyoruz. Ortanca çiçeğinin de, balyozun da taşkırangiller familyasından olduğunu bilerek.Düşmanlığın bir diğer nedeni de, adaletin olmaması veya eksik olmasıdır. Adalet, dünyadan ibaret bir kavram olsaydı eğer, onun için “mülkün temelidir” tanımını kullanabilirdik. Hayır, değil. Bu ve buna benzer gerekçelerden dolayı, ‘ekonomik nedenler’ gibi dünyevî ifadeler beni ikna etmiyor. Çünkü insan, mesela bir ağaç gibi, dünyada başlayıp dünyada bitmez. Elbette, kardeşlik de öyledir.
Tekrardan ve gönül rahatlığıyla, birbirimize “kardeşim” demeliyiz, diyebilmeliyiz. Kim ne derse desin.”