Önce birer yorgunluk kahvesi istediler.
Keyifle içerlerken, ovalarımıza, obalarımıza, otlaklarımıza, ahırlarımıza, besili hayvanlarımıza, meralarımıza, seralarımıza övgüler yağdırdılar.
Batmakta olan güneşi seyretmeye doyamadılar.
Atlarının eyerlerinden ve sırtlarındaki kılıflarından kemik kırmak için satırları, et kesmek için kalın ve deri yüzmek için ince bıçaklarını masanın üzerine dizerek sıraladılar.
Birer kasap ustalığıyla masatlarını çıkardılar,
Bıçaklarını bileyerek ve uyuyan kedilerimizi okşayarak ahırlarımıza, besili hayvanlarımıza, meralarımıza, seralarımıza, bahçelerimize daldılar.
Küçük ve büyükbaş hayvanlarımızı boğazlayıp kestiler.
Bizim kış için beslediğimiz, önümüzdeki yıl için ve önümüzdeki yıllar için yetiştirip büyüttüğümüz hayvanlarımızın bir tanesini bile bırakmadan teker teker kestiler.
Atlarımızı dahi vurdular.
Ormanlarımızı büyük bir yangın yerine çevirdiler.
Hayvanlarımızı kibar elleriyle itinayla parçalayarak etlerini kemiklerinden ayırdılar.
Aşçılar geldiler,
Kekik kokulu etleri defne yapraklarıyla kapladıktan sonra,
“olmadı bu böyle…” diyerek içlerine ve yanlarına sebzeler doldurarak pişirmeye durdular.
Bazısını suda haşlayarak, bazısını yağda kızartarak ve bazısını açık ateşte pişirerek servis yapılabilir hale getirdiler.
Aşçılar geldiler,
En temiz, en kibar hizmetçilere en mükellef sofralar kurdurdular.
Tabakları, çatalları kaşıkları, bıçakları saraylara, krallara layık nizam ve intizam ile usulüne uygun yerli yerlerine koydular.
Sonra yemek servisine başladılar.
Aşçılar geldiler,
Uçsuz bucaksız, sonu görünmez masalara kuruldular.
Birbirleriyle şakalaşarak yemeğe başladılar.
Yemek faslı uzun sürdü, çok uzun sürdü…
Bitmek tükenmek bilmeyen bir iştahla,
Ahırlarımızdaki besili hayvanlarımızı, seralarımızdaki sebzelerimizi, bahçelerimizdeki meyvelerimizi yediler, yediler ve yediler.
Şişmiş göbeklerini masalarının üstüne koyarak geğirdiler.
Sonra yine yediler…
Aynı bitmek tükenmek bilmeyen iştahla yediler, yediler ve yediler…
Sonra aşçılar, ağır ve hantal bedenlerini zorla kaldırarak ve iki yana sallanarak ağır ağır gittiler…
Ve aşçılar gittiler,
Giderken talan edilmiş bir yer; yağmalanmış bahçeler, seralar ve hayvanlarımızın ruhundan sıyrılmış kemik yığınlarını bıraktılar.
Güneşin bir daha mutlu ve umutlu doğamayacağı, suların bir daha hayat dolu akamayacağı savaştan çıkmış gibi yıkılmış yakılmış bir yurt ve bin yıllık bir ağıt bıraktılar.
Giderken dediler:
“Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuz üç bin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin kara parlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göğe.”