“Toplum Sözleşmesi”nin meşhur yazarı Fransız filozof J.J. Rousseau, Tanrı’dan bir şey istemenin O’nun zaten vermiş olduğu nimetlerini inkar etmek anlamına geleceğini bu yüzden duanın içeriğinin sadece tövbe ve teşekkürden teşekkül etmesi gerektiğini savunur. Ona göre, O’nun lütfettiklerinin üzerine başka şeyler talep etmek saygısızlıktır.
Tanrı kavramına felsefesinin ahlaki ayağında ihtiyaç duyduğu için yer veren Kant da Tanrının ezeli ilmiyle insanların ihtiyaçlarını zaten bilmekte olduğunu ve lütufkarlığı ile gerekenleri gerektiği ölçüde ihsan ettiğini iddia eder. Bu yüzden duada ilave talepte bulunmak ona göre abestir.
Batı ile Doğu entellektüel ekinlerinin yeşerme biçimindeki farklılık bu hususta da kendini fark ettirir.
İslam dininde ise ‘dua, Allah’ın hoşuna giden en üstün davranış modeli’ olarak kodlanmıştır. İnsan ile Rabbi arasında en etkili iletişim yolu olan dua, insanın iç dünyasında kendini, uçsuz bucaksız kozmosta konumlandırmasını sağlar. Kim olduğunun ayırdına varmasına yardım eder. Çünkü dua, özgürlüğün insanı türlü şekillerde köleleştirdiği bir aralıkta, kul olarak ‘kün’ (var) olmanın yolunu gösterir. Post modern varoluşsal krizlerin eşiğinde cebelleşip duran ademoğluna, içinde/cebinde biriktirdiği putları kırabilmenin gücünü ve cesareti zerkeder. Dua, İbrahim’in elindeki baltadır. Dışa değil, içe sallanan.
Bende olmak için Rabbe, içimize doluşup iç içe geçmiş tüm benlerden soyunmak gerekir. Kul/kül/küll olmanın yolu, sınırlara uygun yaşamaktır. Radyasyonlu alanlardan uzak durmak, dünyevi ayartıcıların kışkırtıcı manyetizmasına kapılmamaktır. Şârî, kurallar koyar insan ve insanlığın yararına. Deleriz arada, buna da izin verir. Öfkelenmez, gazaplanmaz, mühlet verir. Silip atmaz levhinden. İmhal eder, imha etmez ama ihmal de etmez.
Anımsadığımızda içimizi sızlatan, tarihe ram ve mal olmuş bir medeniyet olan Endülüs medeniyetinin şöhretli bilgini Şâtıbî el-Gırnâtî (v.1388) ölümsüz eseri el-Muvâfakât’ta bunu şöyle anlatır:
“Bir yasanın vaz edilmesindeki asıl sebep, insanları kendi heva ve heveslerine kul olmaktan kurtarmak ve kulluğun mecburi istikametinin Allah Teala’ya yönelmesi gerektiğini hatırlatmaktır.”
Demek ki hadleri/hudutları çiğneyerek sınırsız bir özgürlük elde edebileceğimizi sanmak, varoluşsal bir intihardır. Fıtratımıza karşı verdiğimiz savaş, ademoğlunun siretini amutta yürür hale getirmiştir.
Post modern çağın bilimsel dogmatizm üzerine inşa edilen dinlerinin heterodoks mezhepleri insanı, tükettiği ölçüde değer veren bir nesneye dönüştürmüş; onu kendi tarihinin dahi faili olmaktan çıkarmış, edilgenleştirmiştir. Homo Sapien’den Homo Economicus’a inhitat eden insan türü, tanrıdan* uzaklaştıkça hürleştiği sanrısına yenilmiştir. Çağın tanıklarından olan ve artık bilimin dinin yerini aldığını belirten Feyeraband’ın tespitiyle bu yüzyılın en belirgin özelliği; insanın aklına, vicdanına, şahsiyetine ve ruhuna yönelik saldırganca tutumların “barbarlık” seviyesini çoktan aşmış olmasıdır. Maruz kaldığı medeni(!) barbarlıktan ağır yaralı olarak çıkan insan göğe bakmayı unutmuştur.
Ellerini açıp sena etmeye cesaret edemeyenler, semaya bakmayı hepten unutanlardır. Çünkü insan dua dua arşınlar göğü, yalvara yalvara yaklaşır yaratana ve yarattıklarına. Bizim evrende bayım, eğildiğin kadar yücelir, baş koyduğun kadar karyanda başat olursun. Paradoksal görünür lakin haddizatında paraboliktir.
Doğrusal ve oturaklı duayı unutan insana zaman, amutta duayı da talim ettirecektir.
Baki selam…
* Tanrıdan kasıt her türlü aşkın kutsal inançtır.