Uluslararası siyasetin dengelerinin değiştiği ve yeni bir denge arayışına ise halen devam edildiği dönemde, bu arayışa nelerin etki ettiği meselesi oldukça önemli.

Uluslararası ilişkilerin en temel ilkelerinden birisi; “ideal alana değil de mümkün olana” ulaşma çabasıdır. Çünkü aynı masadaki herkesin ikna edilmek durumunda olduğu gerçeği, hiçbir tekil üyeye her istediğini yüzde yüz elde etme fırsatı veremez.

Fakat bugünlerde ABD bu temel ilkeye aykırı olarak, oturduğu her masadan bütün istediklerini alarak kalkma ön koşuluyla o masaya oturuyor. Burada başaramazsa askeri ve ekonomik gücünü bir “zor” enstrümanı olarak devreye sokarak “tehdit” etmeye başlıyor.

İşte Amerika’nın uzun vadede kendi kendisini zora sokacak en temel hatası da burada yatıyor. Tabi bugün daha çok gözlerinin önündekiyle düşünebilme potansiyeli olan finans uzmanlarını haklı çıkarıyor gibi görünen bu tablo, matematik formüllerindeki gibi sabit değerlerle hesaplanabilecek bir şey değildir. Bunu da zaman gösterecek.

Matematik formüllerinin, ya da istatistiksel verilerin tarihle, sosyolojiyle, teopolitikle, jeopolitikle, kültür stratejileriyle ve daha pek çok dinamikle etkileşimi sonucunda ortaya çıkan tablo ise bugün maalesef bir “felsefe” konumundadır.

Algıyı yönetenlerin işini kolaylaştıran anlık ve dar zaman rakamları aslında “tarih otobanı”ndaki seraplardır. Kalıcı olanın ve uzun vadede kazanacak olanın ise bugün bir “felsefe” olarak görülen ve derinlemesine yorumlarla oluşturulan fikirlerdir.

Amerika’nın en büyük korkusu Trump siyasetiyle ortaya çıktı aslında. Onu da, eski bir ABD başkanı çok net ifade ediyordu. Üst üste 4 kez seçilmiş tek ve 32. Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in ifade ettiği o korku şuydu; “Korkacağımız en büyük şey korkunun kendisidir.”

Evet, Batı’nın ve ABD’nin bugünlerdeki en büyük korkusu “gücün doğuya kayması”dır. Bu endişenin bugünkü en büyük kaynağı da Batı’ya göre Çin’dir. Henüz küresel bir güç olma noktasında ciddi handikapları olan Çin ve dolayısıyla da Doğu korkusu ABD için bir “korkudan korkma” halidir.

Trump, bu korkusunu bastırmak için de adeta mezarlığın yanından geçenlerin ıslık çalması gibi bir yöntem deniyor ve bunu da Budist bir topluma karşı adeta “mantara” inancıyla yapıyor. Gücünü çok fazla tekrardan alan bu mantaralar, ABD’nin Çin politikasında etkili olur mu bilmem ama öyle zannediyorum ki Trump daha çok “sağlık ve zenginlik” vadeden bu mantaralardan okumaya devam edecek.

ABD diş politikasında daha çok sert unsurlara yönelirken Çin’in, müellifi Joseph S. Nye olan “ince güç” stratejisini öne çıkardığı da bir vakıa. Büyük devletlerin elbette “ince güç”lerini bir denge unsuru olarak ekonomi ve silah gücüyle de beslemesi gerekir. Fakat kalıcı olabilmek adına önde gidenin, kucaklayıcı tarafı temsil etmesi önemlidir.

Çin’in de demokrasi adına önemli handikapları vardır elbette fakat ABD’nin uluslararası zeminde bu denli hızla bir güven kaybına uğraması bütün dengeleri beklenenden daha hızlı bir şekilde kendi aleyhine çevirebilecektir.

Seraba kapılmadan, ilmin derinliğinde bakmak bence her Doğu toplumu için önemlidir. Özellikle İslâm coğrafyasının paniklemeden ve panikleten her sese akılla cevap üreterek ilerlemesi, derin ilim sahiplerinin aklıyla gördükleri o gerçek “ufka” ulaşması açısından son derece önemlidir.