Sabah uyandığımda, çalışma programımı yaparken, aklıma Alev Alatlı geldi.
Seçim öncesi Rothschild sermayeli Economist dergisinin seçimlere ayar vermeye kalkacak kadar küstahlaşmasını dile getiren Alatlı, “Bilin ki, yarınki oylama olağan bir demokratik seçim olmaktan çıkmış, ülkenin ve hatta Ortadoğu’nun kaderini belirleyecek uluslararası olay haline gelmiştir. Sadece bu nedenden bile olsa, benim oyum AK Parti’ye…” diyerek safını belirlemişti.
AK Parti, 1 Kasım’da yeni bir zafer daha kazandı. Muhalifler, yenilmelerinin verdiği azgınlıkla, halkı küçümsemeye, kibir zırhlarını bürünmeye devam etti. Normaldir, acıları var filan dedik, ama durmak bilmiyorlardı. Ben de Alev Hanım’a bir mesaj attım. “Seçim sonrası AK Parti’lilere hakarete devam eden, sizi düşünmekten bıktık, biz eğlenmeye gidiyoruz diyen aydınların ruh halini konuşacağımız bir röportaj verir misiniz bana?” dedim. Ne düşünerek, ne bekleyerek yazdım bunu bilmiyorum. Belki bir dayanak, belki onların arasından gelmiş, çoğunu tanıyan birinin onları daha iyi anlayacağını ve buna göre mesajlarını vereceğini düşünmüş olabilirim.
Mesajı göndereli beş dakika olmuştu ki, telefonum çaldı. Arayan Alev Alatlı’ydı. “Tamam” dedim, bu iş oldu. “Ne akıllı cümleler kurmuşum ki, Alev Hanım beni kıramadı” diye de düşünmeden edemedim o kısacık süre içinde. Alev Hanım konuşmaya başlayana kadar, Günaydın filan diyene kadar. Zihin böyle hızlı çalışan bir şeydi. Bir de kullanmayı bilebilseydik.
Selamlamaların ardından şöyle söze başladı Alev Hanım: “Sevda’cığım, beni az çok tanıyorsan, benim böyle bir röportaj vermeyeceğimi bilirsin. Yaraya tuz basmam ben. Onların acıları var. Şimdi olmaz.”
Röportaj gitti belli ki, ama benim buradan öğrenmem gereken bir şeyler vardı. “Ama, ama”ları sıraladım ardı ardına. “Ama onlar, şöyle diyor, böyle diyor falan. Birinin çıkıp onlara hadlerini bildirmesi gerekmez mi?” Tamam, “had” kelimesini kullanmamış olabilirim. Yani Alev Alatlı’nın karşısında, aklımdan geçirsem bile kullanmamışımdır. O yine itidali elden bırakmayarak, bilgelere yakışan bir tavırla, “Bize yakışmaz” dedi. Aliya’nın “Onlar bizim akıl hocalarımız değil” sözü geldi aklıma. Haklıydı, lafla peynir gemisi yürümüyordu.
“Peki” dedim, “Biz nasıl üstesinden geleceğiz bunun. Nasıl öğreneceğiz bu duruşu?”, “Sen kendine öğret!” dedi. “Sen aynaya bak, kendine bak. Sen seni bil yeter!” Herkes kendine baksa, bu sorun çözülecekti aslında. “Beyaz Türkler Küstüler” kitabında Altın Kural’dan bahsediyordu Alatlı: “Sana yapılmasından hoşlanmayacağın bir hareketi, başkalarına yapmayacaksın.”
Sonra aynı kitaptan bir karakterin sözü geldi aklıma: “AK Parti iktidarı bizi fenersiz yakaladı. Şaşıp kalmamız bundandır.” 13 yıldır hala şaşıp kalanlara şaşırdım ben de. Yine kitabın içinden bir karakterin sesiyle cevap verdi Alev Alatlı bana:
“Ah, be kızım! Pırıl pırıl Harley Davidson’ların göz kamaştırdığı AVM’lere doğanlar, nasıl hayal edebilirler ki, çıplak dağlardaki kahredici yalnızlığını ölüm emri verenin? Nasıl bilebilirler ki soğuğu, korkuyu ve zapt etmenin o korkuyu, nasıl bir insanüstü gayret istediğini? Beklemenin ve beklemenin ve beklemenin ve kaleş seslerinin sağır ettiği anlaşılan bir tanrıya yakarmanın, sağ salim geri dönmesi için öncü müfrezenin? Nasıl bilebilirler, ordunun esası itibariyle kendi suretleri olduğunu, bir ulusun kendisinde var olduğunu temenni ettiği en yüce değerleri doğrulamakla yükümlü olduğunu? Nasıl bilebilirler, ‘milli’ ses veren her unsurdan kusacak gibi bulanırken mideleri?!”