Elini tutmadığımız, belki de hiç tutmayacağımız insanların hüznüyle, gitmediğimiz şehirlerin acısı çöküyor içimize.

Sonra başkalarının adına kurgulanıyor bir hayat zihnimizde.

‘Güncel’ bir hayatın duvarlarını, yavaş yavaş tarih denilen tuğlalarını üst üste koyaraktan örüyoruz.

Onlar adına şiirler yazıp, nice hikayeler uyduruyoruz.

Harcı harfler, taşları kelimeler olan cümleleri Çin Seddi gibi nice kaleler örüyoruz.

Dışı düşman içi dost şeklinde kurguladığımız bu kalelerde, bazen bolu beyi, bazen bir Köroğlu oluveriyoruz…

Saatlerimiz başkalarına ayarlıdır.

Zamana biz değil, başkaları hükmeder bu akıl zindanında.

Çaldımı gardiyanın karanlığı yırtan zili, erkeksen hizaya dizilme.

Çünkü ‘başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız’, hayat başlatacak bir aşkımız yok.

‘Güncel’ denilen şey aslında, ben/biz ve başkası diye kurgulanan bir hayat değirmeninden başka bir şey değil.

‘Ben ve Başkası’ denilen iki taşın arasına, aklın koyacağı bir şey kalmadığında, birbirini öğüterek yemeye başlar.

Aklın kal’asından baktığında; O ‘Allah’ başkasının Allah’ıdır, ‘benim’ ‘Allah’ım’ değildir.

Çünkü ‘başkası’ batıl, ‘ben’ hak tarafındayım.

Batılın ‘Allah’ı’ ile Hakkın ‘Allah’ı’ nasıl bir olabilir…!

Bu paradokstan ya şirki tevhid eyler, ya da tevhidi şirk eyleriz.

Aklın bu ‘güncel’ hapishanesinde;

”Bir idamlık Ali vardı, asıldı;

Kaydını düştüler, mühür basıldı.

Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;

Bahçeye diktiği üç beş karanfil…”