Bir gün, kulunun imanını şüphe düzeyine ulaştıran Allah’a hamd eder, kutlu Nebi.
Çünkü şüphe olmadan yakin olmaz. Tefekkür olmadan şüphe olmaz. Bilginin tahsil gayelerinden biri de imanı tahkik düzeyine çıkarmaktır. Ama bunun için ilmi yol edinenin şüpheyi de yoldaş edinmesi gerekmektedir.
Heidegger “Anlamak olmaktır” der. Felsefe anlama çabasıdır. Çünkü varlığı anladığımız kadar hayat mematın künhüne vakıf oluruz ve varıp hakikatin kapısına dayanırız.
Bizim şüphemiz de şüpheciliğimiz de referansını hakikatten alır. Bizim dünyamızda hakikat, tek boyutlu yahutebter değildir. Epistemolojimizin sacayakları zahire ve batına dayanır. Sadece görünür olana hapsolarak köreltmeyiz aklımızı. Görünür olanı görünür kılana, görünür kılandan görünmeyene atlar aklımız. Aşka inandığımız gibi inanırız aşkın olana.
Çünkü biz bugün Avrupa’da başlayan aydınlanmanın insanlığa maliyetinin tam bir tragedyaya dönüştüğünü biliriz. Sermayesi maddeden ibaret, derinliği ve gizemi olmayan, tek tipçi, en fazla düalist; bırakalım “öte”ye ait olanı, gözünün önündekini bile doğru yorumlamaktan aciz ideolojiler doğurmuştur aydınlanma. Parametreleri aşkınlığa ve hakikate değmeyen bir felsefenin şaşırtıcı olmayan sonuçlarıdır bugün karşı karşıya kalınan. Şu var ki karanlıkta kalanı aydınlatırsın. Oysa biz karanlıkta kalmadık ki hiç.
Eskiyi de eleştireceğiz yeniyi de. Ama “hümracül venahnüracül”mantığıyla geçmişte söylenenleri tarihsel kabul ederek, değersizleştirerek haksızlık da yapmayacağız. Tenkit ahlakını görmezden gelip zorlama tevillere kalkışmayacağız. Tarihe ne yererek ne de överek bakacağız. Metinleri, tarihi ve kavramsal arka planına nüfuz ederek anlamaya çalışacağız.
Bazen ikrar, önce inkar gerektirir. Bu sebepten elbette ki akla müracaat edeceğiz. Her şeyden evvel Rabb çağırır insanı akletmeye. Tefekkür, tezekkür, teemmül, tedebbür, teakkul ve tefekkuh etmeye. İlla ki akıllı olacağız. Hangi akıl sorusudur düğümü çözecek olan. Kadim yunan aklı mı ladini ve pragmatist, hazzın ve hızın uşağı modern seküler akıl mı? Hiç biri mi?
Aradığımız akıl; yol bilmez, iz bilmez bir haldeyken elinden tutulmuş bir akıl.
Modern hatta post-modern kavramlar ve ideolojiler tarafından iğdiş edilmemiş bir akıl.
Yolumu bulacağım derken yokluğa müebbet giymeyen bir akıl.
Referansını beşeri “izm”lerden değil, “nebevi iz”lerdendamıtan bir akıl.
Bencilliği ve kibri değil, diğerkâmlığı ve tevazuyu öğütleyen bir akıl.
Biriktirmeyi ve pintileşmeyi değil, aslında verdiğinin sahibi olduğunu anlamış bir akıl.
Bir şeye karar vereceğinde “elalem ne der”diye değil, “Allah ne der”diyerek hüküm veren bir akıl.
Kadehten su içmeyecek kadar dindar davranıp da benim gibi düşünmüyor diyerek Ammar’lara kıymayan bir akıl.
Hakikati Tanrı adına tekelleştirme cehaletinden sıyrılmayı başarmış bir akıl.
Aydınlanmış(!) çağların karanlık gettolarında saflığını ve bekaretini yitirmemiş bir akıl.
Musa’nın asasına, Süleyman’ın mührüne Muhammed’in şuuruna hükmeden bir akıl.
Vahyin inşa ettiği, Kutsal Ruh’un terbiye ettiği bir akıl.
Ümmi peygamberin tedrisinden geçmiş, İlahi nurla aydınlanmış bir akıl.
Son Peygamber, “Mümin’in kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır.” der.
Rabbim, kalbimizi/aklımızı parmaklarından azat etmesin!..