Her yerde devlete en sadık görünenler Yahudiler olmuştur. Dünyanın hemen her yerinde bu böyledir.

Geçen yazıda Moiz Kohen (nam-ı diğer Munis Tekin Alp)’le ilgili anekdotları verirken bunu kastetmiştim.

Yalçın Küçük’ün tespitiyle söylüyorum: 9. Dünya Yahudi Kongresi’ne Osmanlı delegesi olarak katılan Moiz Kohen, Türkiye’de bir İbrani devleti ya da “ibraniyeti yoğun” bir devlet kurulması fikrini savunmuştur.

Bir şey daha var. O gün Moiz Kohen böyle bir fikri savunuyor. Ancak Siyonistler ayrı bir İsrail devleti kurulması konusunda ısrarcı oldukları için ikilik yaşanıyor.

Sadece tarih bunu böyle yazıyor. Temelde iki düşünce de birbiriyle bağlantılı…

Moiz Kohen, “Kemalizm” adlı kitabın de müellifi. Kemalizm’in ilk kuramcılarından biri. “Yahudiliğin Türkleştirilmesi” konusunda kafa yorarken Anadolu topraklarında yaşayan farklı etnik kökenlilerin de aynı paydada buluşması fikrini savundu.

“Amentü Şerhi”ni tahrip ederek “Türkiye’nin Yeni Amentüsü”ne dönüştüren Moiz Kohen’in şu sözlerini de hatırlayalım:

“Artık 1935’teyiz. On iki senelik bir müddet zarfında, yeni Türk, kendine yeni bir ruh, yeni bir ahlak, yeni bir tarih, hatta, Allah’ı artık tanrı diye andığı için, diyebilirim ki yeni bir Allah yaratmıştır. Türk’ün şimdi kafası başka, serpuşu başka, alfabesi başkadır. Onun şimdi, başka bir devleti, başka bir ekonomisi ve nihayet, başka bir dili vardır.”

Para politikaları konusunda kafa yoran hatta finans sistemi üzerine fikirleri neredeyse anayasa olarak kabul gören Thomas Friedman da bunu söyler. “Ortadoğu uzmanı” olarak sunulan yazar, “Ben bir Yahudi’yim. Benim ırkım 5 bin yıl kendilerine ait olmayan topraklarda yaşadılar. Dolayısıyla bir devlete sahip olmadan var olmanın bütün meziyetlerini kavradılar” der.

Türkiye’de “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyasına ilk destek verenler Yahudiler olmuştur. Hatta bu konuda öncülüğü de onlar yapmıştır.

Lozan’ı hatırlayın…

Masada azınlıklar meselesi konuşulurken ilk itiraz edenler de onlar oldu. “Biz azınlık olarak görmüyoruz kendimizi. Bu toplumun asli unsuruyuz” diyerek bu maddeye itiraz ettiler.

Lozan’da azınlıklarla ilgili alınan kararları uygulamadılar.

Kendi sinagogları, mahkemeleri olmadığını, tamamen Türk kurumlarına bağlı olduklarını açıkladılar. Yerel mahkemeleri iş göremez hale geldi. Bir ekiple devlete başvuruda bulunup kendi vatandaşlarının kendi mahkemelerinde yargılanmaları konusunda ricada bile bulundular. Yaşadıkları toplumun değerler sistemine sonuna kadar bağlı kaldılar…

Ama neden?

Yunanistan ve Bulgaristan’ın nasıl elden çıktığını yeniden inceleyelim…

Ya da Osmanlı’nın Boğazlar konusundaki hassasiyetini…

Saray, “Boğazları Hristiyan kirlenmesinden uzak tutalım” derken buradaki yerleşimleri çok titizlikle yaptı. Sadece Hristiyan değil, diğer baskın dini gruplarla ilgili de aynı hassasiyeti taşıdı.

Hiçbir ecnebi kuruma, kuruluşa 400 yıl boyunca Boğaz’da inşaat izni verilmedi. Hatta büyükelçilik açmak isteyenlere bile vermedi.

Bu politika Kırım Savaşı’na kadar uygulanabildi. Çünkü içeride bir Türk’ten daha çok devletine bağlı unsurlar, diğer tarafta Osmanlı tabiiyeti altında olmasına rağmen devletin en azılı düşmanlarıyla iş tutanlar…

Sonunda batış…

Bizim batışımız Kırım Savaşı ile başlar: Borç, Kırım Savaşı ve batış…

Tarihe buradan bakıp yeni okumalar yapma zamanı geldi diye düşünenlerdenim…