Velhasıl, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa genelinde etkili olan aydınlanma çağından beri geleneksel Hıristiyanlığın ahlakçı ve spiritüalist özelliklerinden koparak yerini Protestanlığa bırakması, aslında inançların ideolojiyi etkilemesinin yanında ideolojilerin de inançları etkilediği bir dönemin kapısını aralamıştır.
Batı dünyası ideolojilerinin temeli rasyonalist gelenek ve bu geleneğin yansıması doğrusal-ilerlemeci anlayış üzerinedir. Yani ideolojilerin kuramsal altyapısı Batı ve kültürünü merkeze almakta, diğer toplumları çevre olarak nitelemektedir.
Kapitalist iktisadi sistemin türevi olarak nitelendirebileceğimiz Marksist iktisat teorisi varlık felsefesini kapitalizmin aksak yönleri üzerine kurmuştur. Nitekim tarih sahnesinde Orta Çağ’dan itibaren boy göstermeye başlayan bu akımı bir bakıma kapitalizme hasılanın bölüşümündeki adaletsizliği giderme vetiresi üzerinden gelişen ahlâk ve hakkaniyet bakımından güçlü bir reaksiyon olarak da tarif edebiliriz.
Marksist iktisadın bu iddiası kapitalist üretimdeki kâr saikinin yerini sosyalist üretimde sosyal hizmetin alması ile sonuçlanmıştır. Yani kapitalist üretim tarzında üretim kararları kâr amacı doğrultusunda alınırken, sosyalist üretim tarzında bu olgunun yerini bürokrasinin talebi doğrultusunda şekillenen sosyal ihtiyaçlar almıştır.
Marx kapitalist sistemin kârlarda yaşanan düşme eğilimlerinden, yaşanacak teknolojik gelişmelerden ve sektörlerin herhangi birisinde meydana gelecek olan arz/talep dengesizliğinden dolayı kriz yaşamasının kaçınılmaz olacağını söyler. Devamında sömürü, kâr, birikim ve yatırım olguları arasındaki ilişkilerde var olan içsel çelişkilerden dolayı yaşanacak ayrışmaların sonucunda karşıt güçlerin çatışarak kapitalist sistemin yıkılacağı öngörüsünde bulunur. Yeni kurulacak sistemi de komünizm olarak adlandırır.
Bu öngörüye karşın kapitalizmin hüküm sürdüğü dünya genelinde 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist sistemle yönetilen ülkelerin çökmesi Marx’ın iktisadi ve siyasi görüşlerinin etkisini ciddi derecede yitirmesine neden olmuştur.
Kapitalist sistem çeşitli dönemlerde krizler yaşamıştır. Yaşanan her bir kriz ciddi sosyal, toplumsal ve iktisadi olumsuzlukları beraberinde getirmesine rağmen, kapitalizm varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir. Bu gerçeklikte 1929 yılında yaşanan büyük buhran ile birlikte devletin piyasalara müdahalesinin iktisadi yaşama dahil edilmesi ve böylece kapitalizmin bir nevi sosyal kapitalizm halini almasının rolü büyüktür.
Ancak sosyal kapitalizm olgusu da kapitalizmin gelir dağılımındaki adaletsizlik gerçeğini değiştirememiştir. 2018 yılı Dünya Eşitsizlik Raporu verileri ülkenin en çok kazanan %10’luk kesiminin yurtiçi gelirden tek başına aldıkları payın Avrupa’da %37, Çin’de %41, Rusya’da %46, ABD’de %47; Afrika’da %55, Ortadoğu’da %61 olduğunu yansıtmaktadır.
Bölüşümde adaletin bahsedilemediği bir sistemden ne beklenebilir ki?