Toprak, aynı toprak. Vatan, aynı vatan. Birbiriyle mücadele eden ruhlar, fikirler, insanlar yine aynı. Arada yalnızca kuşak farkı var. Soy sop yenilense de hain yine hain. Her fırsatta kendilerini ifşa ediyorlar. Bu sefer de fırsat, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği ‘’Abdülhamid Sempozyumu’’ idi. Türkiye’nin malum yüzleri, kendilerini gazeteci sanan müsveddeler, münevver sıfatındaki zifirîler yine çıldırdılar. Gerekçeleri de; Abdülhamid Han hazretlerinin portresinin asılması… 

Milli şuur katlininmedya ayağını oluşturan; demokrasinin ‘’sözcü’’leri, kronik tavırlarını sergilemeye son hızla devam ediyor. Alışıldık; ukala, cahil ama bir o kadar da küstah tavırlarını…

Ekmeklerini ve şöhretlerini inkâr ve iftira mekanizması üzerinden kazanıyorlar.

Konu malum, Sultan Abdülhamid…

Anlatıyorlar…

Eleştiriyorlar…

Tahakküm, jurnalcilik, meşrutiyet, hürriyet diyorlar… 

Ataları ne diyorsa, nasıl kusuyorsa bütün kinini; bunlar da aynı çiğliği devam ettirip, aynı pisliğin peşinde sürükleniyorlar…

İngiltere’den, mimarı olduğu Kanun-ı Esasi’nin uygulama garantisini isteyecek kadar hain ve akılsızsiyasetiyle 93 Harbi’nin fitilini ateşleyip Devlet-i Âliyye’ninçok ağır bedeller ödemesine vesile olacak kadar çömezMithat Paşa’yı özgürlük kahramanı ilan ediyorlar…(Kanun-ı Esasi, görünürde hürriyet ve demokrasi kabuğu taşısa da,çekirdekte ‘’üst akla’’ hizmet edip, devlet idaresini küresel manipülasyona açık kılmayı amaçlayan bir anayasadır.)

Meclis-i Meb’usânkapatıldı diye çemkiriyorlar…

Bilmiyorlar mı ki o Meclis-i Meb’usân; Sultan’ın, hükümranlığı süresince dâhiyane politikalarla ertelediği bütün diplomatik faciaları bir bir bu ülkeye yaşattı.Kilise sorunundan dolayı hiçbir zaman bir araya gelemeyecek Balkan devletlerini bile ‘’Kiliseler Kanunu’’ çıkartarak Osmanlı’ya karşı birleştirdi. Teker teker hepsi bağımsızlığını kazandı. Osmanlı’yı hiç hazır olmadığı savaşlara sürükleyip, yaşanılan hazin sonuçların hepsini Sultan Abdülhamid’e yükledi. Yetmedi, Büyük Hakan’ı tahttan indirip sürgün ederek şahsi mal varlığına da çöreklendi. Hanedanın helal rızkına göz koyup, Halife-i Müslimîn’in -zaten feda ettiği- özel hayatına dahi kast etti.

O kadar ki; hâl’ ilanını Sultan’a bildirmek için âyan ve meb’usânı temsil adına Yıldız Sarayı’na yollanan heyet bile, tüm Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerekirken tek bir Türk dahi barındırmıyordu. Heyet; YahudiEmanuelKarasso, Ermeni komitacısı Aram Efendi, Arnavut Esat Toptanî ve Pâdişâh’ın uzun seneler yaverliğini Gürcü Arif Hikmet Paşa’dan ibaretti.

Nitekim Abdülhamid Han da,gördüğü manzara karşısında; “Bir İslâm halifesine,Türk pâdişâhınahâl’ kararını iletmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?’’ sorusunu sorarak aslında bütün meseleyiözetlemişti…

***

Hâsıl-ı kelam, günümüz ittihatçılarının tıyneti belli. Jenerasyonlar değişse de genetik zafiyet değişmez. Ülke içinfaydalı görünen her icraatı, kulu oldukları basiretsiz zihniyetin yaptığına kendilerini inandırırken; her ne hikmetse aynı süreçte cereyan eden bütün felaketlerin de padişah yoluyla vuku bulduğuna inanıyorlar. Koca devleti kimin yönetmiş olduğuna bir türlü karar veremediler. Yapılanı, yaptırılanı, gösterileni, anlatılanı ayırt edemiyorlar. Diplomatik kültüre ve siyasi zekâya Fransız kaldıklarından,yegâne ekmek kapıları konumundaki demokrasi martavalına sığınıp, ucuz ve sefil iftiraların müptelalığına soyunarak inandıkları masalların hamallığını üstleniyorlar.

Anlatılacak çok şey var. Fakat Abdülhamid Han’ı anlamak da anlatmak da kolay değil. Ne kadar yazıp çizersek bir o kadar da noksan kalırız.Gerçekleşen ve öğretilen arasındaki farkınâçizâne bir köşe yazısına sığdırmak imkânsız.

Bizim de âcizâne maksadımız, Üstad’ın;

Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;

Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!

dizelerine muhatap kişilerle, tek bir devlet evrakını bile abdestsiz imzalamayan o büyük dâhiyi aynı kefeye koyamayacağımızınizahını, ucundan kıyısından da olsa yapmaya çalışmaktır.