Bu yazıyı kaleme alırken bir yandan, Ürdünlü sanatçı El Mitwasi’nin hüzün dolu o billur sesinden Mawtini’yi (Vatanım) dinliyorum. Hani Suriye devrimi konusunda çok büyük hassasiyet sahibi kardeşlerimizin dilinden düşürmediği parça. Gerçekten de dinledikçe bir milli marşta olması gereken heyecana ve coşku seline kaptırıyor insan kendini. Fakat Ortadoğulu her şeyde olduğu gibi bunda da derin bir hüzün kaplıyor her yanınızı.

“Vatanım, şan ve güzellik, zarafet ve ihtişam sendedir. Aydınlık ve nur senin dağlarındadır. Hayat, kurtuluş, mutluluk ve ümit sana olan aşktadır. Seni yeniden görebilecek miyim? Huzurlu, mutlu ve azametli olduğunu. Sonsuz bir aşağılanmayı ve köleliği reddediyoruz. Dalgalan bayrağım onurla dağlarında. Kahret düşmanlarını. Vatanım..”

Filistinli bir şairin kaleminden çıkmış bu sözler, Saddam Hüseyin dönemi Irak Milli Marşıydı. Fakat, Arap halklarının birliğini savunan Baas Partisi’nin de resmi marşlarından birisi oldu. Bu sebeple Suriye’den Filistin’e, Tunus’dan Cezayir’e kadar tüm Arap sokaklarında coşkuyla okundu. Suriyeli muhaliflerin de en çok sevdiği ve okuduğu marş olduğu için, devrime gönül vermiş Türkiyeli İslamcı kardeşleri de okumakta, hüzünlenmekte, sıkılı sağ yumruklarını havaya sallayıp sonunda hançerelerini yırtarcasına tekbir getirmekte beis görmediler. Nasıl olsa, sözlerdeki vatan bin yıldır kanla, gözyaşıyla yoğrularak ecdadından miras kalan; tüm kavimlerin, tüm renklerin hatta tüm dinlerin özgürce yaşadığı, gariban ve çilekeş insanların yurdu Anadolu değildi.

Sözlerimden bu güzel marşın Bağdat’ın semalarında yankılanmasından rahatsız olduğum anlaşılmasın. Bilakis, bu sadayı asrın en şerli işgal ordusunun çapulcularının yüzüne karşı okuyan Tıkrit ve Felluce’nin yiğitleriyle kalbim daima birlikte attı. Bağdat’ta bizim, Şam’da, Halep de.. Vatanım derken, İstanbul’dan Kudüs’ü nasıl ayrı tutarım.

Kardeşime helal olan, bana neden haram? Sorun burada.

Siyonist İsrail’e karşı dalgalandırmaktan onur duyduğumuz bayrak dört renkten oluşuyor. Bayrağın ilk tasarımı, Osmanlı topraklarını bölme planı yapan meşhur Sykes-Picot Antlaşması’nın mimarı İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından yapılmıştı. Araplar’ın tarihte kurduğu dört büyük devlete atıf yapar: Siyah, beyaz, yeşil ve kırmızı. Sırasıyla; Abbasiler, Emeviler, Hülefa-i Raşidin ve Endülüs. Bugün Filistin’den, Suriyeli muhaliflere, Kuveyt’ten Sudan’a dek neredeyse tüm Arap ülkelerinin bayrağı aynı şekil ve renklerden oluşuyor.

Bu bayrakları Filistin’e destek eylemlerimizden, Esed rejimini protesto gösterilerine dek pek çok platformda dalgalandırmakta da beis görmedik. Görmeyelim de. Kardeşlerimiz kendi tarihlerine, ecdadının mirasına gönderme yapıyorlarsa bu onların hakkıdır. Ne alâ.

Fakat III. Selim’den bu yana kullandığımız, bir etnik kimliği, bir mezhebi hatta bir coğrafyayı dahi değil, İslam’ın sancaktarı bir milletin şehadete olan aşkının, İslam’a olan sadakatinin sembolü ay yıldızlı al sancağa gönül vermek neden ırkçılık olsun.

Dünyadaki en köklü İslamcı hareket olan Müslüman Kardeşler’in, Filistin’deki şubesi Hamas’ın liderlerinin konuşmalarına bir bakın. Daima şöyle bir hitapla başlıyorlar: Ey Müslümanlar, Ey Araplar! Siz hiç konuşmasına Ey Türkler! diye başlayan bir Türkiyeli İslamcı gördünüz mü?  İslamcılık Arap dünyasında vatanına, bayrağına ve ecdadına sadakat anlamına gelirken, bizim topraklarımızda neden bu kavramlar buhar olup semaya karışır?

Şevket Süreyya, askeri mektepte okuduğu sıralarda İmparatorluğun farklı bölgelerinden gelen öğrencilerin, Kürtlüğünü, Araplığını ya da Arnavutluğunu iftiharla söylediğini; oysa Türklerin asla kimliklerini izhar edemediklerini yazar Suyu Arayan Adam’da. Çünkü, Türk devletin sahibidir, babadır. Baba çocuklarını incitecek bir şey yapar mı? Balkanlar’ı kaybettikten sonra, Arap isyanıyla karşılaşan Türk aydını için bu travma kolay atlatılabilecek bir şey değildi. Sonunda Türk ulusçuluğunun inşasında yeteri kadar malzemeleri ellerinde birikmişti.

Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor mu? Bilmiyorum. Tek bildiğim şey bir daha bu travmayı yaşamak istemediğimiz. Vatan şuuru belki de bundan dolayı en büyük hazinemiz. Her köşesine atalarımızın bir mühür gibi minareleri, o kurşundan kubbeleri vurduğu kavruk toprağımız Anadolu’dan öğrenecek çok şeyimiz var.