Erol Üyepazarcı, sahici bir kalem. Bugüne kadar sadece polisiye romanlar konusunda yaptığı çalışmalar bile edebiyat tarihi açısından çok kıymetli. Türkiye’de polisiye romanın 125 yıllık (1881-2006) serüvenini gün yüzüne kavuşturan “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes!”  kitabıyla cesaret edilemeyen bir işin üstesinden gelmişti.

Özellikle Osmanlıca yazılmış polisiye romanlar uzmanlık ve merak alanı. Aynı zamanda titiz bir çevirmen…

Şimdilerde raflarda yerini alan “Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstenmeyenler” isimli iki ciltlik eserle yeni bir alkışı hak ediyor. Adını verdiğim ilk eserin izinde yürüyen bu dev çalışma popüler roman tarihimizin ilk yüz yıllık (1875-1975) sergüzeşti.

Erol Üyepazarcı’yı “bir polisiye dervişi”, “kitap dedektifi”, “muamma koleksiyoncusu” olarak tanımlayanlar hiç haksız sayılmaz. Çünkü 30 binlik kütüphanesinde 5 binin üzerinde polisiye kitap bulunması bu sıfatları doğruluyor.

Yazıda Erol Üyepazarcı’yı değil de onun geçen günlerde bir gazeteye verdiği söyleşiden bazı bölümleri aktarmak istiyorum.

“Popüler roman” deyince aklımıza hangi kitaplar gelir? Mesela, “Tutunamayanlar” popüler bir kitap mıdır? “Huzur” veya “Vadideki Zambak”?

Üyepazarcı’ya göre, “Bir romanın zamana dayanıklılığının niteliğini belirlediğini söyleyerek Harp ve Sulh yüz sene sonra yine okunacak ama Da Vinci Şifresi diye bir roman yazıldığını yüz yıl sonra kimse hatırlamayacak.”

Peki, nitelikli veya niteliksiz romanın ölçüsü nedir? Çok satan her kitaba popüler etiketi yapıştırıp niteliksiz kitaplar rafına koymamız doğru mudur? Ya da popüler bir romanın sadece ‘dönemsel nitelikli’ olmasından dolayı sevilip okunduklarını söylemek yeterli midir?

Bu soruların cevabını Erol Üyepazarcı kadar, nitelikli her okurun vermesi gerekiyor. Fakat insaflı davranarak; dönem sosyolojisi ve edebiyat tarihi içinde bulunduğu pozisyonun da farkında olarak…

Tekrar olacak ama şu cümlelerin altını çizelim: “(…) ‘kanon’ olan eserlerin belirleyici tek öğesi zamana dayanmalarıdır yani dönemsel ilgi ile değil dönemler geçse de okuyucu ilgisinin sürmesiyle bir eser ‘kanon’ olur. Mesela Dan Brown’un ‘Da Vinci Şifresi’ adlı romanı çıktığı zaman büyük ilgiye mazhar olmuş ve bütün dünyada 20 milyon okuyucu bulmuştur. Bu rakamı Tolstoy’un ‘Harp ve Sulh’ü belki yüz yılda bulmuştur ama ‘Harp ve Sulh’ yüz sene sonra yine okunacak yine okuyucu bulacak ama ‘Da Vinci Şifresi’ diye bir roman yazıldığını yüz yıl sonra kimse hatırlamayacaktır.”

Kanon belirleyicilerden söz ediyor yazar. Onları ‘tapınak şövalyeleri’ne benzetip ‘tapınak gardiyanları’ diye niteliyor. Haklı. ‘Empoze edici’ ve ‘dayatıcı değer yargıları’ kanonun beslendiği en önemli kaynak. Bu böyledir diye toplumsal değişimleri yansıtmaktan geri mi duracağız? Veyahut kanon dışı edebiyat üretimlerine burun mu kıvıracağız?

Erol Üyepazarcı ilginç bir parantez açıyor konuyla ilgili:

“Mesela 150’likler listesine giren ama İstanbul Türkçesini en iyi kullanan Refik Halid’i genç Cumhuriyetin takdir etmesini beklemek abesle iştigal olur. Onun için bizdeki kanon kavramı tartışmaya çok açıktır.”

Ve bizim de altını çizdiğimiz daha acı bir noktaya dikkat kesilmemizi öneriyor; ahbap-çavuş ilişkisi…

Edebiyat ortamının en büyük sorunu bu ilişkinin ortaya koyduğu ‘ikilik duygusu’. Kendini ötekinden üstün görmek, merkez kabul etmek ve sonuçta rakip ya da düşman safı icat etmek…

Diyelim bir kanona dâhil değilsiniz veya ahbap-çavuş ilişkisiyle herhangi bir pozisyon almamışsınız… İşte o zaman, Üyepazarcı’nın da dikkat çektiği gibi, “İki tarafa da angaje olmayan zavallı Mithat Cemal Kuntay’ın muhteşem yapıtı ‘Üç İstanbul’unu yahut Nahit Sırrı’nın ‘Abdülhamid Düşerken’ini, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ını ancak meraklıları biliyor ve kanımca ondan açık ara daha değersiz olan yapıtlar baş tacı ediliyor. Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ bile yeni keşfedilmedi mi?”

Yani, işte böyle bu meseleler…