Çölün ortasında çağdaş Kerbelalar yaşanıyor, yerlerinden yurtlarından edilmiş insanlar bir tabak pirince, temiz suya hasret yolları gözlüyor.

Kuşlar ölenleri bekliyor, ölenler yıkanamadan defnediliyor, insanlık insanlığın vicdanına kalmış ağlıyor, vicdan devrimi nerede diye bakışanlar çölün ortasında “Allah” diyor. Dadaap Kampı’nda bir yokluk, bir ağıt göğe yükseliyor.

Pirinci sırtlamış birileri önden gidiyor, aldırmıyor haramilere ve mesafelere. Duyduk, gördük, işittik şahit olduk ve gereğini yapacağız, yapmalıyız diye yola çıkıyor.

Araba lastiklerinin üzerinden geçtiği çöl kumları gibi sıcak bir duyguyla, “Kardeşim nerede kaldınız” diye bir göz ağlıyor ve kucaklaşılıyor. Uçakla dokuz saat gelen insanlık, merhamet devriminin tohumlarını atıyor.

Akşam güneş batınca, bir başka okunuyor ezan, çocuklar bir başka seviniyor, şeker yerine pirinci gören anneler çocuklarına uzun zaman sonra tencere kaynatıyor, aile olunuyor, sofra duası uzun zaman sonra dillerde yankılanıyor ve bir ses, “Ya Rabbi sen bize merhamet edenlere merhamet et” diyor. Hiç tanımayan insanlar birbirlerine Allah rızası için dua ediyor

Vicdan abidesi olan insanlar, Türkiye’den giden yardımlarla “akşam bir iftar verelim” diyor. Naylonlar kumların üzerine seriliyor, bir tabak lapa pirinç, üç hurma ve su ile iftar edilecek. Merhamet sofraları böyle oluyor, bereketi böyle görülüyor. Kur’an’ı babasını yolda kaybeden Somalili küçük Ahmed okuyor, okuduğu her sürede gözyaşlarını tutamıyor ve teslimiyetin nasıl olması gerektiğini bize gösteriyor. “Amin” deniliyor, gözyaşlarını tutamayanlar, bir deri bir kemik kalanlar “amin” diyor.

İftar açılıyor, çatal kaşık yok, lüks peçeteler, bıçaklar, önden gelen çorbalar, salatalar, tatlılar ve pastırmalar yok. Bir tabak lapa pirince bir el uzanıyor titreyerek, yetmişini devirmiş bir amca iki üç lokma aldıktan sonra cebinden bir mendil çıkarıyor, mendil kirli mi kirli, ama su olmayınca ne yapacaksın… Tabakta kalan pirinci o mendile koyuyor, mendili bağlıyor, iki hurmayı da yanına koyuyor ve mendili öperek cebine koyuyor…

Türkiye’den gelen İHH gönüllülerinden biri amcaya bakıyor, niye yemedi acaba diye düşünüyor, namazlar kılınıyor, dualar ediliyor… İnsanlar yavaş yavaş sığındığı çöl ortasındaki naylon, ağaç ve çamurdan yapılan barakalarına gidiyor. İHH gönüllüsü genç tercümanı alarak amcanın peşine gidiyor, “Amca yemeğimizi beğenmedin mi?” diye soruyorlar. Amca uzun zaman sonra kendisine birilerinin yemek ikram ettiğini ve çok beğendiğini ifade ediyor.” Peki amca neden büyün pirinci yemedin aç olduğunu biliyoruz” deyince, amcanın gözleri doluyor, cebine koyduğu mendili çıkarıyor ve insanlığımızdan utandığımız o cümleyi ifade ediyor, “Evladım ben uzun zamandır torunumu sevindiremedim, şimdi o uyumuş sabah kaklınca bununla kahvaltı edecek ve çok sevinecek” diyor ve “Allah razı olsun” diyerek uzaklaşıyor…

O akşam dünyada pirincin nasıl umut olduğu yazılıyor satırlarla, nasıl bize yetmeyenlerin insanlığa yettiğine şahit olunduğu karalanıyor bir hesap verme korkusu ile titriyor, lamba, defter ve el…

Yanan yürek yanmaya devam ediyor, o gece rüyalara Bangladeş Kutupalong Kampı’nda bir annenin söyledikleri geliyor, “Ben kocamı Naf Nehri’nde kaybettim. Gidecek bir yerim yok, kimsem yok… Şu gördüğünüz barakamda bakın hiçbir şeyim yok. Bir Allah’a güvendim… Şimdi geldiniz çocuğuma sahip çıktınız… Eğer siz gelmeseydiniz, şeytan da gelseydi çocuğumu verecektim, alıp götürün diyecektim” diyor. “Nasıl olur sen Müslümansın çocuğunu senin dininden olmayan birilerine nasıl verirsin” diye itiraz gelince anne ağlayarak bakar ve “Siz bir annenin evladıyla açlığını bilir misiniz” diyor. Bir terleme alıyor çölün ortasında bir terleme uyandırıyor hakikati ve bir terleme gece yarısı elleri semaya açıyor…

Siz bir bayramda şeker yerine pirinç dağıttınız mı? Siz Kutupalong’dan Dadaap’a, Açe’den, Halep’e, Pakistan’dan Kırım’a kadar merhamet devrimini gerçekleştirmeye var mısınız? Siz yemek bulamadığı için bir et bir kemik kalan çocukların fotoğraflarına bakıp “Bu benim çocuğum”