Bu haftaki yazımın başlığını görünce İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları nedeniyle hissettiğim kızgınlıktan dolayı bu tercihi yaptığımı düşünebilirsiniz. Aslında kızgın ve üzgün olduğum konusunda haksız da sayılmazsınız. Ama kullanmış olduğum başlığın sadece bugün yaşadıklarımızla bir ilgisinin olmadığını belirtmek isterim.
“Siyonizm bir ırkçılıktır ve ırksal ayrımcılık biçimidir” şeklindeki ifade Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı 3379 sayılı ve “her türlü ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılması” konulu karardan alınmıştır.
Bu karar, 35 ret ve 32 çekimser oya rağmen 72 ülkenin vermiş olduğu oylarla kabul edilmiştir. Karara bütün Arap ülkeleri ve Müslüman devletlerle birlikte Türkiye de evet oyu vermiştir. Buna rağmen tüm Batı bloku ret oyu verirken bazı Asya-Pasifik, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin bir kısmı da çekimser kalmıştır.
İsrail’in resmî ideolojisi olan ve 1948 yılından beri Filistin topraklarında devam ettirdiği işgalin de yegâne sorumlularından biri olan siyonizmin ırkçılık olduğuna dair bu karar, 16 yıl yürürlükte kaldıktan sonra yine ABD’nin girişimi ve baskısı sonucunda BM Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1991 tarihli ve 46/86 sayılı kararıyla yürürlükten kaldırılmıştır.
46/86 sayılı karar; 25 ret, 13 çekimser ve 15 ülkenin oylamaya katılmamasına rağmen 111 ülkenin evet oyuyla kabul edilmiştir. O tarihte Sovyetler Birliği’nin dağılmış olması ve ABD’nin süper güç olarak artık tek kutuplu dünyanın patronluğuna soyunmuş olması nedeniyle daha önceki kararı destekleyen Arap ülkeleriyle diğer Müslüman ülkeler dahi ya çekimser kalmışlar ya da oylamaya katılmamışlardır. Türkiye de çekimser kalan ülkelerden biri olmuştur.
3379 sayılı kararın kabulünden itibaren bu karara muhalefet eden İsrail, kararın iptal edilmesi için elinden geleni yapmış ama 1991’e kadar muvaffak olamamıştı. Ancak dönemin ABD başkanı George Bush’un İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için Madrid Barış Konferansı’nı düzenlemek istemesi nedeniyle aradığı fırsat kapısına gelmiş oldu. Konferansa katılmak için 3379 sayılı kararın kaldırılmasını şart koşan İsrail, ABD’nin de yardımıyla muradına ermiştir.
Siyonizmin ırkçılık olduğuna dair BM kararını, Filistin topraklarını işgal altında tutarak Filistinlilere yönelik uyguladığı insan hakları ihlallerinden bağımsız olarak Soğuk Savaş dönemindeki ABD-Sovyetler Birliği rekabetine bağlayan İsrail, 1991 yılına gelindiğinde artık Soğuk Savaş’ın da sona ermiş olmasıyla bu kararın anlamını yitirdiğini iddia etmiştir.
Oysa bırakın 1991’de Soğuk Savaş döneminin sona ermiş olmasını, bugün bile İsrail’in Filistinlilere karşı ırkçılık yaptığını görüyoruz.
Bunu nereden mi anlıyoruz?
Öyleyse ırkçılığın anlamına bir göz atalım.
TDK sözlüğüne göre ırkçılık; “İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti” olarak tanımlanmaktadır.
Diğer bazı sözlüklerde de ırkçılığın anlamı şu şekilde geçmektedir; “Kişinin bağlı olduğu ulus ya da ırkın üstünlüğüne inanarak onun dışında kalan toplulukları aşağı ve hor görmesine dayanan tutum ve davranış” veya “toplumu kendi kümesi, yabancı küme diye iki bölüme ayırarak kendi kümesine üstünlük ve başatlık tanıma, dış kümeye ise düşkünlük ve uyrukluk tutumunu benimsetme”.
Peki bu tanımlar size bir şey hatırlatıyor mu?
Açıkçası bana hatırlatıyor. Hem de öyle 1975’li yıllardan falan değil, günümüzden…
Siyonizmi kuruluş felsefesinin temeline oturtmuş olan İsrail devleti, kuruluşundan itibaren siyonizmin yayılmacı emellerini dinî argümanlarla soslayarak sınırlarını genişletmesine kendince bir meşruiyet yaratmaya çalışmıştır. Ancak siyonizmin sadece Yahudileri kutsayan ve diğer tüm din, mezhep ve etnisiteleri aşağı gören ayrımcı yaklaşımı yukarıda bahsedildiği gibi BM’nin 3379 sayılı kararına yol açmıştır.
Hâlihazırda 3379 sayılı kararın yürürlükte olmaması, İsrail’in bahse konu ırkçı pratiklerden vazgeçtiği anlamına gelmediği gibi; 7 Ekim’den itibaren yaşananlar ırkçılığın İsrail’de ve özellikle İsrail’i yönetenlerde hastalık seviyesine geldiğini göstermektedir.
Aslında olayı sadece 7 Ekim sonrası sarf edilen sözlerle ve sahadaki uygulamalarla sınırlandırmak doğru olmayacaktır. Zira İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW)’nün 21 Nisan 2021 tarihinde yayınladığı “Bir Eşik Aşıldı: İsrailli Yetkililer, Apartheid ve Zulüm Suçları” başlıklı raporda, “Önde gelen İsrailli yetkililerin kanunları, politikaları ve açıklamalarıyla; Yahudi İsrail'in demografi, siyasi güç ve toprak üzerindeki kontrolünü sürdürme hedefinin uzun süredir hükûmet politikasına yön verdiği açıkça ortaya koyulmaktadır… İsrailli yetkililer sistematik olarak Yahudi İsraillilere ayrıcalık tanıyor ve Filistinlilere karşı ayrımcılık yapıyor” diye tespitte bulunularak İsrail, apartheid yani ırkçı bir devlet olmakla suçlanmıştır.
HRW’nin raporundan hemen önce 12 Ocak 2021 tarihinde konuyla ilgili bir rapor hazırlayan B’tselem isimli sivil toplum kuruluşu da “Ürdün Nehri ile Akdeniz arasındaki bütün alanı kontrol eden İsrail rejimi, tüm bölgede Yahudi üstünlüğünü ilerletmeyi ve pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu amaçla bölgeyi, her biri Filistinliler için farklı haklara sahip olan ve her zaman Yahudilerin haklarından daha düşük olan çeşitli birimlere böldü. Bu politikanın bir parçası olarak Filistinlilere kendi kaderini tayin etme hakkı da dâhil olmak üzere hiçbir hak tanınmamaktadır.” şeklinde tespitlerde bulunarak İsrail’in apartheid bir devlet olduğunu ileri sürmüştür.
Bu iki rapor yayınlandığında henüz 7 Ekim saldırısı ve sonrasındaki İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamları yaşanmamıştı. Henüz İsrail Savunma Bakanı Gallant, Filistinliler için “hayvanımsı yaratıklar” dememişti. Henüz “Gazze’nin suyunu, elektriğini ve yiyeceğini kesiyoruz. Gazze’ye tam abluka uyguluyoruz.” dememişti.
İsrail Başbakanı Netanyahu henüz Yeşeya kehanetini hatırlatıp “vaat edilmiş topraklara kavuşmaya az kaldığını” müjdelememişti. Henüz Filistinlileri tarihte Yahudileri katleden Amalekler olarak tanımlayıp “onlardan öç almanın zamanının geldiğini” söylememişti.
Yine Savunma Bakanı Gallant, henüz Gazze’ye saldıracak askerleri için uluslararası savaş hukukunun zorunlu kıldığı angajman kurallarını iptal edip askerlerine artık “hiçbir kurala uymak zorunda değilsiniz” diye emir vermemişti.
İsrail Cumhurbaşkanı Herzog henüz “Hamas’ın saldırısını önlemedikleri için Gazze’deki sivillerin hepsi suçludur, Gazze’de hiç masum sivil yoktur.” dememişti.
İsrail’in miras bakanı Eliyahu henüz “Gazze’de atom bombası da kullanılabilir.” dememişti.
İsrail’in eski adalet bakanı ve şimdilerde milletvekili olan Ayalet Shaked henüz “Gazze'deki yıkımdan yararlanarak 2 milyon Gazzeliyi göndermemiz gerekiyor.” dememişti.
Evet bu saydıklarım 1975 öncesinde olmadı. Günümüzde hem de tüm dünyanın gözleri önünde söylendi bu sözler. Tüm dünyanın gözleri önünde katledildi 16 binden fazla masum sivil Gazzeli. Üstelik bunun 6 binden fazlası da çocuktu.
Bu saatten sonra ne fark eder İsrail’in kurucu temel felsefesi olan siyonizmin ırkçılık olduğuna dair BM kararının yürürlükten kalkmış olması veya olmaması.
Ne fark eder HRW’nin veya B’tselem’in yayınladıkları raporlarda İsrail’in apartheid bir devlet olduğunu söylemeleri.
İsrail 7 Ekim’den bu yana gözümüzün içine baka baka Filistinlileri katlediyor ve bunu da kendini savunma diye yutturmaya çalışıyor.
Peki ne yapılması gerekiyor?
Her şeyden önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu derhâl olağanüstü toplantıya çağrılarak 1991 yılında ilga edilen 3379 sayılı kararın tekrar yürürlüğe alınması sağlanmalıdır. Buna ilave olarak İsrail’in apartheid bir devlet olduğu da karara eklenerek vakti zamanında Güney Afrika Cumhuriyeti’ne uygulanan yaptırımların aynısı; hatta daha fazlası İsrail’e karşı işletilmelidir.
İsrail’in işlediği savaş suçlarının ve insanlığa karşı işlenen suçların sorumluları hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi gerekli yargılamayı derhâl başlatmalı ve bu kişiler hakkında gerekli cezalar verilmelidir.
İşte İsrail’i Filistinlilere yönelik uyguladığı ırkçı politikalardan ve şimdiye kadar yaptığı katliamlardan alıkoyacak yegâne formül budur. Gerisi maalesef boş laf.