Tatil bir kültürdür, bir tarihtir, coğrafyadır. Bazen de insanların yaşama biçimidir tatil… Benim için en sıra dışı tatil, İstanbul’dan Kars’a yolculuk yapmak olmuştu mesela.

Batı’dan Doğu’ya doğru, yani her türlü bolluktan imkânsızlığa doğru, doğduğum yerden, “ait olduğum” yere doğru bir gidiş olduğu için… Veya Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna karayolu ile gidiyor, dolayısıyla; programı sıkıştırılmış ‘ekonomik paket’ tatil turu gibi, bir seyahatte birçok şehir ve insan görüyor olduğum için ilginç, unutulmaz olmuştu.

Karayolu ile Kars rotası için harita; Kocaeli, Sakarya, Bolu, Ankara, Çorum, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum’u gösteriyordu. Bin 428 kilometre mesafe boyunca yol, yolcularına ‘11 şehir’ sunuyordu. Her vilayet yeni bir keşif olmuştu. Kimisinin kenarından geçip, kiminde konaklayarak, uzun bir yolculuğun sonunda ilk defa ata topraklarını görmüştüm.

* * *

Bir güz vakti, demir köprüden avare adımlarla ayak basarken ata yurduna; sanki hiçbir şey bırakıldığı gibi kalmamıştı, babamın düğümlenen boğazında gördüğüm kadarıyla… Hatıralar, köyün bitişiğindeki mezarlıktan esen bir lahza his ile yüzüne çarpmıştı hemen.

Birkaç adım sonra geçmiş tarihlerden birinde, sıralarında “kömürle” yazı yazdığı ilkokula ulaşınca babam, gözlerine sis düşmüştü adeta, mineleri yanmaya başlamıştı. Buraların eski canlılığını kaybettiğini mırıldanıyordu kendi kendine; kimsesiz, ıssız köy mahallesinin dönemeçlerine bakarken… Daha köyün içine tam olarak girmeden, sanki köyü yaşıyordu dakikanın 60’da bir kadarında…

* * *

Yolu olmayan, ancak babama göre şose yolu bile değme otobanlara değişilmeyecek burada, yeniden anımsanıyor ki; çocukluk oyuncağı mağaralara tırmanmak kolay inmesi ise zormuş. Gerçi hayat, İstanbul’da tırnaklarla kazınarak çıkılacak başka taşlar da döşemiş ya; neyse… Kurşun dolu mağaralardan babamın köyüne bakınca evler, avuçla etrafa saçılmış duruyor. Dağların ardına saklı köy, adeta ‘devletten korkuyu’ temsil ediyor.

İnsanın samanlıktan ahıra taşıdığı otları özleyebileceğini babamın yüz hatlarında görmüştüm. Ama işte büyük tencere içinde mantı pişiren annenin yokluğunda, artık dudaktan akan yağı geri hiçbir şey geri getirmeyince, her şey derin bir boşlukta duruyor. Düşününce babamın da burnu sızlıyor, görmüştüm.

* * *

Hayvanları en dik otlaklara yaydıklarını işaret ediyor hüzünlü parmağı, mengenesinden çıkan saman yüklü at arabasının peşinden bayıra yuvarlandığını anlatıyor; acı bir tebessüm ile dudakları… İstanbul’da büyümüş çocuğun, Kars’taki yokluğu anlamasının zor olduğunu umursamadan… Mezardakilerin sessiz muhabbetleri kulağa çalınıyor bu ara… Hayatın ‘kalıcı’ olmadığını fısıldıyor gibiler. Ölümlüler ile ölümsüzler ‘bir karış’ mesafede iç içe yatıyor burada, herhangi bir yerden başınızı çevirdiğinizde, öteki dünya bir göz uzaktayken.

* * *

Evlerin arasında yürürken; babamın hatıraları çıkıyor zihninin kıvrımlarından… Yeniden idare lambası yanıyor hafızasında, sanki köy sakinlerinin gece karanlığında derin sohbetleri göğe yükseliyor… Ağustos böcekleri bile farklı ötüyor adeta, düşününce geride kalan çocukluk günlerini, el değmemiş tertemiz yılları… Bacalardan tüten duman, dağdakiler için ‘sıcak yuva’ demek oluyor. O yılları kaybetmiş olanlar için de köy, ‘arada’ kalmak…

* * *

Göçerken ruh geride, göçenler arafta kalıyor. Ne İstanbul gelenlerin, ne gelmiş olanlar İstanbul’un oluyor. Tüm bunları, benim için zor bir tatil sonunda, yaşayanları için de zor koşullardan anlıyorum. Uzaklaşırken fark ediyorum ki; delik deşik köy tabelası da yıllara yenik düşmüş. Dikildiği gün, devlet görevlileri karşısında hissedilen, Doğu’daki insanların bildiği bir ‘eziklik’ ile ben de kendime yabancı burada geçmişimle yüzleşiyorum.