Kalem kılıçtan keskindir’e bir gönderme gibi görünen bu başlık, sosyal medyada yaptığım bir güncellemeye gelen itirazlardan doğdu. Tartışma ve teati anlamında sosyal medyayı dipsiz bir kuyu olarak gören ben, cevap vermek yerine bir yazıyla meramımı anlatmak istedim ve karşınıza geldim.

Paylaşımımda son iki yüz yıldır en çok vurulduğumuz yerin sanat olduğunu yazmış ve Batı’nın en güçlü/sinsi silahının da sanat olduğunu eklemiştim. Bunun üzerine bazı arkadaşlar, teknoloji ve siyasetin gücünün daha fazla olup asıl yenildiğimiz yerin orası olduğunu söylediler.

Özetle böyle olan diyaloğa cevaben söyleyeceğim ilk şey, hayatta hiçbir şeyin küçümsenmemesi gerektiğidir. Bu bağlamda ne silah küçümsenmelidir birileri tarafından ne de sanat başka birileri tarafından.

Hep iki yüz yıldır dense de aslında üç yüz yıldan beri Batılılaşmakta bu topraklar. İkinci Viyana bozgunu sonrasında teknik ve siyasal anlamda geriye düştüğünü düşünen/gören Devlet-i Aliyye, çare olarak Batı’ya elçi göndermeyi ve ilerlemenin fotoğrafını çekerek yeni inşa edilen gerçeklik algısını devşirmeyi gördü. Bu vesileyle 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa çıkarmasıyla başlayan serüven bugüne kadar aşkla devam ettirildi.

Doğu’nun da Batı’nın da Rabbi benim diyerek kullarının yönünü her yöne çekmeye çalışan Allah’ın halis kulları, nedense yönünü Batı’ya döndüler üç yüz yıldır ve hala Batılılaşmaya çalışıyorlar. Bugünkü Batı’ya rengini veren teknoloji ve ilerleme olduğu için, yönünü Batı’ya çevirenler hep silaha ve tekniğe sarıldılar. Çünkü ilerlemeyi orada gördüler. Zira bu doğruydu. Ama Batı için. Batı için teknoloji ve silah, “tanrısızlığın” yüzyılı da denilen 19. Yüzyıl’da kemale erdirdiği, insanın tabiata kafa tutup onu dize getirmesi -dolayısıyla “tanrıyı” dize getirmesi- anlayışı üzerinde yükselttiği paradigmanın temel yapı taşlarıdır. Ve bu temelden topyekün kalkınma dediğimiz, ilahi (deruni) ve insani ilerlemenin yükselmesi imkansızdır. Yükselmemiştir de. Batı insanı, madde planında epey mesafe kat edip kaynakları kuruturcasına muzaffer olmuşken ruh planında asalaklardan farksız bir hale düşmüştür. Dedelerimizin farkında olmadan peşine düştükleri ilerleme ve kalkınma masalı da budur. Öyle ki kalkınmanın merkezine Batı’yı koyan hiçbir millet iflah olmamıştır. Japon kalkınmasına da gitseniz bu böyledir, Deli Petro’nun Rusya’sına da. Batı tipi kalkınma hiçbir millete ne sulh ne de selamet getirmemiştir. Getirmeyecektir de. Çünkü çatışmaya ve sömürmeye dayanır. Hem de Allah’ın kendisine düşman olun dedikleriyle değil, Allah’ın dost olun dedikleriyle çatışmaya. Bir olun, birlik olun dedikleriyle çatışmaya dayanır Batı tipi ilerleme. Bu da, vahdet üzere yaratılmış varlığı parçalara ayırarak yok etmeyi/yok olmayı doğurmuştur.

Batı tipi ilerlemenin, diğer toplumlar üzerindeki en olumsuz etkisi ise, Truva atı mahiyetiyle karakol görevi gören kültür-sanat emperyalizmidir. Bizim çok önceden bildiğimiz bir şeyi Batı’nın yanlış öğrenmesiyle ortaya çıkan kültür-sanat emperyalizmi, toplumlar üzerindeki muzafferiyeti daimi kılan yegane kuvvettir. Hem de tereyağından kıl çekme ustalığıyla. Çünkü Batı, küfürle bile abad olacağını ama zulümle, silah zoruyla abadın mümkün olmadığını çok kanlı da olsa öğrendi son dönemeçte. Bu dönemeçte öğrendiği daha önemli şeyse, abadın en kolay ve sinsice gerçekleşme biçiminin kültür-sanat olduğuydu. Bunun üzerine silah yanında kültür-sanat satmaya başladı Batı. Doymak bilmeyen açlığını gidermek için sömürmesi gereken milletleri hakimiyeti altında tutmak için devasa bir sanat pazarı kurarak, kültürel hegemonyasını inşa etti. Bu minvalde, kendisine itiraz olarak yükselmiş oğullarını da bu pazara katarak pazarlamayı bildi. Mesela Manet, mesela Picasso, mesela Duchamp vb. Modern denilen ve Baudelaire ile başlayıp empresyonizm, ekspresyonizm, kübizmle devam eden, bugün de çağdaş sanatla vücut bulan anlayışın genel adı avangart (Fransızca: Avant-garde/öncü birlik) sanattır. Fransızca aslından anlaşılacağı üzere, eskiye itiraz olup yenileşmeyi ve bir yarma hareketini temsil eden bu anlayış genel olarak Batı’nın emperyal politikalarına itiraz yöneltmiştir. Ama bugün gelinen nokta bambaşkadır. Çünkü bütün bu isimler ve hareketler, öyle ya da böyle Batı emperyalizmine ve hegemonyasına hizmet etmektedir bugün.

Bu hareketleri lehine çevirmeyi çok iyi bilen Batı tasavvuru, kültür ve sanata bu yüzden çok fazla yatırım yapmaktadır (Belki silaha yaptığından daha fazla). Yoksa sanatı çok sevip de insanlığı kültür yönünden üst seviyeye çıkarma hevesinden değil.

Roma’dan Avrupa Medeniyetine, Batı, propaganda amacıyla yoğun olarak kullanmıştır sanatı. Hatta Hıristiyan Sanatı tamamen bunun üzerine kurulmuştur. Katakomplardaki sembollerden Barok’a Kilise, sanatı kullanmıştır gizli (veya açık) amaçları için. Çünkü sanat, silahın giremeyeceği kalplere ulaşabilme gücüne sahiptir -Ulaştığı kalpleri işleyip kalıcı hükümranlıklar kurabilme gücüne-. Yani Batı’nın sanat hafızası propaganda rengiyle bezenmiştir. Bu hafızayla, Sömürgeci Batı Emperyalizmi kancasını taktığı toplumları sanat yoluyla idarenin yoluna gitmiş, silah ve iktidar yönünden çekilse bile güçlü bir kültür-sanat damarıyla hep kalmıştır. Buna verebileceğimiz belki de en güzel örnek, Lâik ve Modernizm yanlısı bir temel üzerine kurulan Cumhuriyet rejimidir. Emperyal Batı, Kurtuluş Savaşı’yla beraber, silah ve iktidar yönünden topraklarımızdan çekilmiştir ama giderken asıl silahını yerleştirmiştir. Bu silah kültür-sanattır. Zira, yeni rejimin en büyük başarısı kültür-sanat sahasında olmuştur. Şapka kanunundan dil devrimine, Türk müziğinin yasaklanmasından İzmir’de gerçekleştirilen ilk baloya, Atatürk’ün genç kızlarla yaptığı dans gösterilerinden emperyal sanat anlayışını temsil eden sanat erbabının gördüğü kabule, yapılan her operasyon bir milletin topyekün değişimine yöneliktir. Çünkü rejimin mimarlarına efendileri öğretmiştir ki, insanları silahla değiştiremezsiniz ama sanatla uyutabilirsiniz. Hem de uyanık olduğu hissini vererek.

Meseleyi daha iyi kavramak için son bir örnek daha vereyim ve bu yazıyı noktalayayım.

Osmanlı’da diğer dönemlere kıyasla benzersiz bir dönem vardır: Lale Devri. Her ne kadar yüksek ve ince bir sanat zevkini temsil edip İstanbul’un imarına hizmet etmiş olsa da, Lale Devri bu toprakların yoğrulduğu hamuruyla bağdaşmayan bir dönemdir. Nitekim bir halk hareketiyle de sonlandırılmıştır. Bu dönemde ne olduğundan ziyade, neden olduğuna gidersek, karşımıza Fransa ve onun rokoko kültürü çıkacaktır. Çünkü 28 Çelebi Mehmet Efendi Fransa’ya gönderildiğinde iktidarda, 14. Lui’nin yaklaşık 60 yıl süren baskıcı iktidarından sonra çocuk yaşta tahta oturan 15. Lui vardı. Başta Kardinal olmak üzere iktidarın ortağının çok olduğu bu dönemde ülkede ortaya çıkan rehavet döneminden etkilenen Mehmet Efendi Fransa’da ne gördüyse Osmanlı’ya getirdi. Sadabad Sarayları ve o saraylardaki işret meclisleri de bu vesileyle ortaya çıktı (Sefaretnamesinde anlatılanlara bakılırsa, Kral başta olmak üzere Fransızlar bize hayrandı ama nedense onları taklit eden biz olduk).

Patrona Halil İsyanıyla kapansa da Lale Devri, etkileri sonraki zamanlarda katlanarak devam etmiştir.

Kültür-sanat, ithali ya da ihracı silahla kıyaslanamayacak kadar ucuz ve etkilidir. Dünyaca ünlü bir pop starın Türkiye’ye teşrif etmesinin (!) yılın olayı olması bununla ilgilidir. Ya da Iron Maden grubunun uçağının Fransa ve Almanya devlet başkanının uçağından büyük olması buna delalettir. Çünkü bir Katty Perry’nin sözleri, memleketi olan Avustralya’nın başbakanından daha etkilidir bugün. Dün de böyleydi, bu yarın da böyle olacak. Çünkü sanat, “Kana en hızlı karışan şey” İlhami Atmaca’nın deyişiyle.

Bugün, televizyon denilen aletten sosyal medya denilen mecraya, tiyatro oyunlarından sinemada hakim olan tragedya geleneğine her şey (ister kabul edelim ister etmeyelim) Batı kültürüne hizmet etmekte. Kendimizce farklı soslarla pazarlama yoluna gitsek de nihai noktada pazara hizmet etmekten kurtulamıyoruz maalesef. Bunun için, Edward Said’in deyişiyle Batı’nın “Kültürel Emperyalizm’ine toptan savaş açılması ve kültür-sanat meselesinin koordinatlarının yeniden belirlenmesi gerekir.” Benden söylemesi.

Baki selamlar.