Siyaset sanatı besler mi? Ya da ne kadar beslemeli? Ekranlarda, ramp ışıklarında veya perdede izlediğimiz görüntülerle ilgili hiç soru soruyor muyuz? Sormalı mıyız?

Son zamanlarda ‘en istenmeyen’ hareketleri ekranlarda izlemeye başladık. Zaman o kadar çok kötü kullanılıyor ki!

Boş diyaloglar, uzun bakışmalar, biteviye kavgalar, kılıç şakırtıları, gerginlik, anlamsız koşturmacalar, bunalım, hızlı veya yavaş hep aynı hareketler…

Ekrana dikkatle baktığımızda entrika ve kaba kuvvet dışında hiçbir şey görmüyoruz. Aşk dizilerinde de böyle, tarihi arka planı olanlarda da…

45 dakikalık bir dizi için harcanan zaman, kullanılan oyuncu ekipman… Bire 10’dur. Öyle olduğu için yürüyüşler, konuşmalar ve hareketler bıktıracak kadar yavaş. Dikkat çekici hale getirmek ve sürdürebilmek için görüntünün altına bir de müzik koyuluyor. Dizi tarihi ise atları koşturuyorlar, sonra bu sahne etkileyici oluyor diye o atları bir daha koşturup hızlı-yavaş montajla uzun uzun gösteriyorlar.

Neden böyle yapıyorlar?

Çünkü zaman dolduruyorlar.

Böyle bir aldatmaca olabilir mi?

Ara sıra ortaya çıkan bir-iki rol izleyici tarafından beğenilince abartılıyor.

Örneğin, bugünlerin en çok izlenen ‘yerli’ dizilerinden birinde İbn-i Arabi tiplemesi o kadar çok beğenilince, neredeyse yerli-yersiz hemen her bölüme birkaç defa monte edilir hale geldi…

Burada eleştirmek kolay, bunun farkındayız. Fakat bu eleştiri, bundan sonra daha iyilerinin yapılacağına dair inancımızı dile getirmek içindir.

Düzeltelim; daha iyileri yapılmak zorunda!

Bu dizilerdeki bütün atraksiyonların amacı izleyiciyi ekran başında tutmak.

Ama ne olur biraz çaba!..

Batı televizyonlarında “Cennetin Krallığı” veya “Tudors” benzeri birçok dizi yayınlandı. Her biri, her bir bölümü fenomen oldu. Devamları çekiliyor. Türkiye dahil birçok ülkede özel meraklıları var. Bizimkilerle karşılaştırdığımızda dinamizmi, olay örgüsü, sunuşu, devamlılığındaki fark hemen ortaya çıkar.

Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki gerilimi öylesine örtülü ve ince biçimde anlatırlar ki, izleyicilerini ‘literatür’ ve ‘ritüel’ bilmek zorunda bile bırakabiliyor.

Bizim çok büyük masallarımız, hikâyelerimiz, hikmetlerimiz, söylencelerimiz/mitlerimiz olmasına rağmen neden bunları yüksek bir sinema diline çevirip bütün dünyaya izletemiyoruz?

Bu nasıl bir akıldır ki bizde olmayan onlarda olabiliyor!

Sanatı, ‘devlet aklı’ ile mi yapıyoruz?

Ya da ‘sanat aklı’ diye bir lüksümüz var mı?

Ve biz bunu neden hâlâ keşfedemedik!

SELİM SİNA’DAN ‘AMİN’E DAVET

Selim Sina Berk, genç bir şair. Sessiz ve derinden akıp gidiyor. Şiirlerini yüksek sesle okuduğunuzda arada kalmış bir neslin isyanını iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Bir köşede sakince okuyunca -Zafer Acar’ın tespitiyle- modern ve post-modern arasındaki gerilimden doğan bir şiirin iddialı ayak seslerini duyuyorsunuz. Bu çok önemlidir.

Selim Sina, kendi şiirini yazarken aslında Türkiye’yi yazıyor. Kişisel tarihini anlatırken memlekete dair tanıklıkları da sanki peyzajı tamamlar gibi aktarıyor.

Selim Sina Berk’in “Bütün Yağmur Dualarına Âmin” (Usta-Çırak Yayınları) kitabında yer alan lirik şiirleri aslında bize aşkın aşkınlığını yeniden hatırlatıyor.

Sezai Karakoç’un “Göğe hükmetmekten kolay ne vardı/ Yağmur duasına çıksaydık dostlar” dizelerini epigraf olarak alıp yürümeye başlıyor; ince, ironik, protest, melankolik bir patikada…

İşte tadımlık birkaç dize: “Annem çocukları mutlu olsun diye/ çıkarıp melek kanatlarını sırtından/ geçirdi dünya yükünü omzuna/ ve anneler şimdi şehrin/ bütün varoşlarında (…)”

“Soyarak yaralarımın kabuklarını/ açıyorum içimi bir mezarı kazar gibi/ mezar ki gözlerimiz aç kapa aç kapa/ ve göm dünyayı bir ceset gibi…”

‘VİCDAN KONVOYU’ YOLA ÇIKIYOR

Başta coğrafyamız olmak üzere dünyanın hemen bütün coğrafyalarında büyük kıyımlar yaşanıyor. Vicdanlar ayaklar altında, sürünüyor…

Bu kıyımda en büyük acıyı çocuklar ve kadınlar yaşıyor. Bütün görünürlüğüne rağmen bu saçma, kepaze ve alçak duruma dair kimsenin kılını kıpırdatmaması düşündürücü.

Herkes kadınların ve çocukların yaşadığı acılara kör!

Allah’tan Türkiye var!

Allah’tan bu ülkenin gayretli ve vicdanlı insanları var!

Avukat Gülden Sönmez’in çabaları sonuç verdi. Suriye zindanlarında 417’si küçük olmak üzere 6 bin 736 kız çocuğunun özgürlüğü için ‘Uluslararası Vicdan Konvoyu’ yola çıkıyor.

Dünyanın dört bir yanından sivil toplum kuruluşu temsilcisi, akademisyen, hukukçu, gazeteci, memur, doktor, sanatçı, sporcu, siyasetçi, ev hanımı, iş kadını ve esnaf kadınlar, başta Suriye zindanlarındakiler olmak üzere acı çeken bütün kadınlar için güç birliği yapıyor. 55 ülkeden farklı din, dil, ırk ve kültürlerden binlerce kadın 6 Mart’ta İstanbul’dan yola çıkacak, 8 Mart’ta Hatay’a ulaşacak.

Bu onurlu yürüyüş için geniş bilgi www.vicdankonvoyu.org adresinden alınabilir.