İkinci Dünya Savaşı’nın dünya tarihini değiştiren en önemli sonuçlarından biri Yugoslavya’nın kurulmasıdır.
Bu büyük gelişme bölge ülkelerinde derin etki meydana getirdi. Ülkelerin demografik yapıları bir anda hareketlendi. Yeni dönemden endişe duymaya başlayanlar kitleler halinde Türkiye sınırına doğru hareket etmeye başladı.
Trenler dolusu insan kendilerini güvende hissedecekleri bir yere, Türkiye’ye girmek istiyordu. Kalsalar, tıpkı bugün Irak’ta, Suriye’de veya başka kara parçalarında olduğu gibi öldürüleceklerdi…
Fakat dönemin devlet başkanı İsmet İnönü sınırları kapatmış, “herkes ait olduğu topraklarda kalsın, Misak-ı Milli sınırları dışından Türk ve Müslüman nüfus kabul etmiyoruz” kararı çıkarmıştı.
İnönü, Balkan coğrafyasında bu yüzden hâlâ hiç sevilmez.
Mübadele sırasında takas yapılırken Batı Trakya ve İstanbul bu anlaşmanın dışında tutulmuştu. Batı Trakyalı Müslümanlar yerlerinde kaldı ama İstanbullu Rumlar gitmek zorunda bırakıldı. Şayet böyle olmasa idi bugün İstanbul’un üçte biri veya daha fazlası Rum vatandaşla dolu olurdu.
Bu bir devlet politikası idi, dönemin gerekliliği belki bunu gerektiriyordu. Tartışılabilir…
Buradan bakınca “6-7 Eylül olaylarında ‘derin devlet’ parmağının olduğunu söyleyebilir miyiz”, sorusu da akla gelebilir.
Şöyle düşünelim: Olaylar sırasında Musevi vatandaşlara ait işyerleri özel olarak işaretlenmiş ve onlara dokunulmamıştı. Sadece Hristiyanların işyerleri tahrip edilip yağmalanmıştı. Bu fiili durumun sonunda büyük göç yaşanmıştı. Buna rağmen Batı Trakya’dan göç kabul edilmemişti.
Merak edenler, eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ile 15 Temmuz şehidimiz Mustafa Canbaz’ın hikayelerini/ vatandaşlık mücadelelerini araştırabilir.
Hatırlarsanız, Maraş gibi büyük kitlesel operasyonlarda da aynı yöntem uygulanmıştı.
İsmet İnönü’ye, Bulgaristan -veya Yunanistan- ziyaretlerinden birinde bir binayı göstermek istemişlerdi. Binanın bahçesine girer girmez dini bir yapı olduğunu görünce kaçar adım dışarı fırlamıştı. Bunu neden yapmıştır diye düşündüğümüzde iki sonuçla karşılaşırız:
1- Laik bir ülkenin laik bir devlet adamı dini bir yapının içinde fotoğraf vermez.
2- Misak-ı Milli sınırları dışındaki dini yapılar ve nüfus bizi ilgilendirmez.
Velev ki ikisi de doğru…
Sadece bir not düşelim:
Bugünlerde, adı cumhurbaşkanlığı adaylığına yakıştırılan ‘boru’cu eski paşa İlker Başbuğ’un Kudüs’teki ‘Ağlama Duvarı’ önünde verdiği fotoğraf karesi ile eski paşa Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun İsrail ziyaretindeki ‘hal’lerini de bu açıdan bakarak yorumlayabiliriz.
Kıvrıkoğlu, Yahudi lobisinin dikkatini çekerek görev süresini uzattırmak istemişti. Bunun için de lobiyi arkasına almaya çalışıyordu. Fakat Bülent Ecevit bu numarayı yutmamış, görev süresi bitince paşayı evine göndermişti.
FETÖ’nün, Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla Seferberlik Tetkik Kurulu’ndaki Kozmik Oda’ya baskın yaptığı dönemi hatırlayalım. Çok uzak bir geçmiş değil…
Kozmik Oda’dan alınan bilgiler kimlere servis edildi?
Servis edildikten sonra Teşkilat-ı Mahsusa veya istihbaratın milli menfaatler için görevlendirdiği Türkiye dışındaki gizli/açık aile veya kişilerine ne oldu?
Mübadele sırasında ülkelerinde bırakılan veya gönüllü olarak kalan insanlar bugün ne durumda?
Bütün bunlara ilişkin elimizde hangi bilgiler var?
Türkiye, yaklaşık yüzyıldır mübadele, savaş, etnik çatışma ve başka olaylar sebebiyle kendine sığınmış 15 milyonun üzerindeki insana kucak açmış bir ülke.
Gönlü bol, cömert bir milletiz.
Amenna…
Meselelere bakarken bu romantizm işimize yarıyor; Allah rızası ve vicdanı hatırlatıyor. Ama büyük fotoğrafı anlamaya çalışırken sadece bu açı yetmiyor.
Derin analizler yapmak ve sonuca göre ‘gard’ alabilmek için daha çok ‘bilgi’ye ihtiyacımız var.
Sadece…
Derin ve sahih bilgi ile ‘Afrin bizim neyimiz olur’ sorusuna -bile- cevap bulabiliriz…