Yük havalesiyle değil taşıyanın gayretiyle değer kazanır. Uzun yollar boyunca sırtına kardeşlerini yüklenmiş, rızkını yüklenmiş çocukları gördükçe bu cümle tekrarlayıverdi zihnimde. Yük ile yolcunun bağı kıymetle ölçülür de kıymet dediğin neyle ölçülür?
Hindikuş dağlarını aşarken içimde çocuksu bir neşe. Çünkü dağları bir başka severim. Dünyanın direkleri oldukları kadar göğe en yakın yerler de dağlardır. Şimdi hatırı sayılır bir yükseklikteyim. Bir ara en zirve noktada duruyor aracımız. İçime çektiğim az oksijenli hava dünyanın en kıymetli havasıymış gibi. 3500-4000 metreler. Hatırı sayılır bir kar da var etrafta. Oysa mevsim yüzünü çoktan yaza dönmüş halde. Öyle ki yüksek işte. Öyle ki güzel.
Dağlar Afganistan’ı hissetmek için bilmeniz gereken ilk şey. Sonra rızkını sırtlamış çocuklar. “Afgan dağlarında kar kucak kucak” diye bir ezgi vardı benim çocukluk yıllarımda. Aslında benim çocukluk yıllarımda pek çok marş vardı. Marş ileriye doğru hedefi olan ideolojilerin işidir. İleri marş! O vakitlerde yeşil pop diye dalga geçtiklerinden bile eser kalmadı ne yazık ki. Şimdi ki gençler de Afgan dağlarını, o efsanevi mücahitleri bilmezler. Haritadan yerini bilseler Afganistan’ın yeter de o bile nafile bir umut.
Afganistan’ın bende iki önemli yeri vardır. Bir marşlarıyla büyüdüğümüz mücahitleri, bir Bahattin Yıldız abi. Bahattin abi Afgan mücahitlerin sonuncusuydu. Kucak kucak karlarla kaplı bir dağda şehit düştü.
Hindikuş dağlarından aşağıya doğru süzülürken artık uzun süredir yolda olmanın verdiği yorgunlukla kapanıyor gözlerim. Kafamı dayadığım cam sanki zihnimle rüyalarıma arasında. Yukarıda zikretmeye çalıştığım cümleler birer hayal-rüya gibi düşüncelerimle âlemler arası gitgellerle dönüp duruyor kafamda.
Dağları omzunda taşıyan çocuklar. Yetim çocuklar. Kıymetli çocuklar. Bahattin abi de o çocuklar için koştururken şehit düşmüştü. Sonra dağlar, yüksek dağlar.
Kısacık göz kapamaların ardından Afganistan’ın “büyüleyen” coğrafyası içinde seyre dalarak yolculuğa devam ediyoruz. Dağlar ve ovalar ardı sıra yarenlik ederken bize bir yetimhanede duruyoruz. Yetimhane. Sözler ya da fotoğraflar bir yetimhaneden bahsediyorsa sizi üzebilir. Gözyaşı da dökebilirsiniz. Ama bir yetimhanenin misafiriyseniz ciğeriniz parçalanır. Öyle çocuklarla gülücükler atarken parçalanır ciğeriniz. O toprağa hangi yüzle gireceğim ben diye sorarsınız kendinize. Başı okşanmadık bir yetim kaldıysa dünyada o toprağa nasıl gireceğim ben.
Yetimhaneye misafir geldiyse uzak ülkelerden, hediye de gelmiştir. Hep bir heyecan gözlerde. Sıraya girmiş gözlerinde büyük bir merakla bekleyen çocuklar kadar güzel ne var ki dünya da. Ama önce program. Alışmalı bünyeler küçük yaştan bürokrasiye. Zira ya devlet başa ya kuzgun leşe demişler. Afganlar daha iyi bilir bunun ne demek olduğunu. Biraz beklemekten kimse ölmez. Düzen için de sabır gerek elbet.
Program varsa ben küçük adımlarla dolaşmaya başlarım olay yerini. Kapıları sırayla açıp Allah’ın selamıyla bir selam veririm kim varsa. Allah’ın selamı tüm kapıları açtığı gibi tüm hanelere de misafir ettirir sizi. Şimdilik yetimhanede dolaşıyorum. Bazı odalarda mahcup kız çocukları. Bazılarında hazırlanmaya çalışan çocuklar. Sonra bir başka odanın kapısını aralıyorum. Eski ranzalardan ya da eski eşyalardan bahsetmiyorum. Mevsim yaza dönmüşken bile soğuk olan bir memlekette camları olmayan, bir muşamba parçasıyla cam yapılmış odalarda büyüyen çocuklardan bahsediyorum. İşte bu o odalardan biri. Öyle nem, rutubet hava kuruluğu değil. Soğuk abiler! Bildiğin/bilemeyeceğin gibi soğuk.
Selam olsun Afgan dağlarına, Bahattin abiye; selam olsun rızkı omzunda çocuklara, yetimlere. Selam olsun İHH’ya, başı okşanmamış bir yetim kalmasın diye dünyanın dört bir tarafına ulaştığı için. Şimdi selamın sırası okurlarda…