Ömer Can, F-16 cayırtılarını duyduğunda, Risale-i Nur okuyordu. Laptopunu ve ders kitabını açık bırakarak, sokağa indi. Kaldırımda silahsız ama cesurca yürürken, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne doğru yürüyen tankların uğursuz şıngırtısı çoğalıyordu. Hukuk fakültesi mezunu olarak, hak ve adaletin yanında durmasına iki yıl kalmıştı. Sokağa fırladığında, aklında, Üstadı Said Nursi’nin cesareti vardı. Gönüllü alay komutanı Said, bir taraftan, Kur’ân’ın harf harf tefsirini yaparken bir taraftan işgalci Rus ordusuna karşı tüfek doğrultuyordu. Ruslara esir düşene kadar ne tefsiri ne savaşı terk etmişti Üstadı Muktedirler karşısında süklüm püklüm eğilmeye, sözüm ona ‘hizmet’ için şarap içmeye bin yıl uğraşsalar inandıramazlardı Ömer Can’ı. İslam’ın izzeti adına Rus komutanı karşısında ayağa kalkmayı reddeden ‘delikanlı Said’in izini sürüyordu. Helikopterden atılan zırh delici kurşunlar ayağını parçalamıştı. Ömer Can’ı kucağında hastaneye taşıyan, ders arkadaşı Enes, akciğerini parçalayan kurşunları fark edememişti. “Abi hakkını helal et!” derken kesik nefesiyle, okkalı bir fırça yedi: “Ne hakkı keçeli!”
Mustafa da yirmili yaşlarındaydı. Hiç darbe deneyimi yoktu. Yirmi Sekiz Şubat kâbusunu bile hatırlamıyordu. Mühendislikten yeni mezundu. Gözü dönmüş hainlerin gasp ettiği Skorsky’den atılan kurşunlara rağmen düşe kalka yürüdü. Ömür boyu güçten yana olmuş, nerede iktidar varsa, oraya mevzilenmiş Fetullahcıların tatlı çelmelerine karşı koymuş, yüksek burs tuzaklarına burun kıvırmıştı. Delikanlıca bir ömür yaşamış Said Nursi’nin kırmızı kitaplarına baş koymuştu. Tanklara karşı yürürken, Said Nursi’nin destansı eseri Divan-ı Harb-i Örfi’nin satırları aklındaydı. Otuz Bir Mart darbesinde, darbecilere karşı dimdik duran, idam sehpalarının gölgesinde “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağıran Üstadının mangal gibi yüreğini koymuştu göğsüne. İktidar sahiplerine yaranmalar, mevzi elde etmek için takiyye yapmalar, terfi almak için namazdan vazgeçmeler hayaline bile dokunamazdı. Tanklara kaldırımdan söktüğü tahtalarla karşı koydu. Kalabalığın toplanması için gövdesini nüve yaptı. Hain bombaların şarapnelleri cesaretini kıramadı, sadece tenini parçaladı. Yaralandığı yere ambulanslar yanaştırılmadı.
Hakan, Eczacılık fakültesini yeni bitirmişti. Bediüzzaman Said Nursi’nin kahraman talebelerinden Said Özdemir’in hizmetine adamıştı kendini. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne saldırı olduğu haberini alınca, yanına bol miktarda acil müdahale malzemesi alarak sokağa fırladı. Yolda göz ucuyla baktığı cep telefonunda Fetullah Gülen’in ‘sokağa inmeyin, kan dökülmesin!” çağrısını okuyunca, doğru yerde olduğundan bir kez daha emin oldu. O ne diyorsa, tersi yapılmalıydı. Ki hep öyle yapmıştı. Gülen örgütünün parlak öğrencilere sunduğu makam mevki vaatlerine kanmamıştı. Üstadının “Vermek isteseler bile sadaka almayacaksın!” ilkesini karın tokluğuna tutuyordu. LGS ve LYS derecelerini, çalınmış sorularla yapmamıştı. Meşru hedefe bile gayrimeşru yollardan gidilmeyeceği dersini veriyordu gençlere. F-16 kurşunu ile vuruldu. Cebinde Üstadının ümmetin gündemine getirdiği Cevşen-i Kebir kitabı vardı.
Ömer Can, Mustafa ve Hakan 250’yi varan şehit listesine fotoğraflarını bırakıp gittiler. Şehitlerin suskunlukları varken, konuşmaktan utanıyorum ama… Bu üç delikanlının cesaret ve hürriyet dersi aldıkları Risale-i Nur, bir ömür o korkakça yaşamış, ilkesiz ve onursuz Fetullah Gülen’in yazdıklarıyla karıştırılıyorsa, onları bir kez daha, hem de bin kez daha vurmuş olmaz mıyız?
Sahi, olmaz mıyız?