İnsanoğlu, tutunduğu hayat dalına sımsıkı sarılmak ve ondan kopmamak ister. Yaşadığı âlemi terk etmek, alıştığı şeyleri nihayete erdirmek insana ağır gelir. Belki de gözlerini kapattıktan sonra olacakların ya da olması ihtimal dâhilinde olanların mahiyetini bilmediğindendir dünyaya olan zafiyetinin sebebi. İblis’in insanlığın atası olan Hz. Âdem’i yasak meyveden tatmaya ikna etmesinde de insanın bu zaafını kullandığını görüyoruz. Ağacın meyvesinden yedikleri takdirde Âdem’e ve Havva’ya “ebedî” bir hayat vadetmişti İblis. Demek ki insanın ölmeme arzusunun temelleri ilk insana kadar dayanıyor. Üstelik bu vaade inanan, meleklerin kendisine secde ettirildiği ve eşyanın bilgisinin kendisine öğretildiği Hz. Âdem ve Hz. Havva.
Dolayısıyla ölümsüzlük arzu ve isteği bir çırpıda üstesinden gelinebilecek, kolaylıkla halledilebilecek bir zaaf olmasa gerek. İnsanlığın atası olan Hz. Âdem’in çocukları olan bizler de bu zaafla birlikte yaşıyoruz ve hayatımızın muhtelif birçok safhasında bu arzunun tezahürü ile yüzleşiyoruz. Bazen içimizden ve dışımızdan gelen vesveselere itimat edip bu zaafın esiri olabiliyorken bazen de bu tesirden kurtulmayı başarabiliyoruz.
Hemen hemen her toplumda ve kültürde görülen evlat -hatta erkek evlat- sahibi olma isteğinin de altında, insanın yok olmaya karşı duyduğu bu korku ve tedirginlik hissinin payı vardır. Varlığını çocukları üzerinden devam ettirme düşüncesi, bir nebze de olsa insanı bu tedirginlikten kurtarıyor olmalı. Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber(a.s)’i, erkek evladı olmadığı için hor görmesi ve soyunun kesilecek olması ile itham etmeleri, söz konusu anlayışın yansımasından başka bir şey değildi. Bu ithamların ilahi ayetlere konu edilecek kadar dikkate alınmasında Efendimiz üzerindeki psikolojik tesirlerinin de katkısı gözardı edilmemeli. Aslında eser bırakma, nam salma, mülk toplama, mal biriktirme gibi olguların da temelinde ölümle bitmesi istenilmeyen bir durumu devam ettirme söz konusudur.
İslam dinî insanın bu özelliğini, ebedî olan ahiret hayatına dönük eylemlerle kontrol altına alıp hayırlı bir yola sevk eder. Öldükten sonra amel defterini kapatmayacak amellerin teşviki de, insanın Cennet hayatında kavuşacağı sonsuz nimetlere yapılan göndermeler de sanki bir yönüyle “ölümsüz” olmak isteyen insanoğluna tutunacak bir dal sunuyor. Böylece bu duygu, Allah’ın razı olacağı bir yolla tatmin edilmiş oluyor.
Müslümanlar’ın iman ettikleri dinin kaideleri, sonunda Allah’ın rızasının umulmadığı ve Allah’ın emrettiği şekilde uygulanmadığı işlerin sonunun “ebter” (kesik) olduğunu haber veriyor. Bu yönüyle insanlık tarihinde yer alan nice devletler, nice devlet adamları, nice toplumlar; insanlığın belleğine gömülüp kalıyor. Aslında bu zaviyeden bakıldığında hatırlayan insanların sınırlı belleklerinde ebter hatıralarla yâd edilmekten de öteye gidilemiyor.
En başa döndüğümüzde şu gerçekle karşılaşıyoruz: Hz. Âdem, İblis’in kendisini yoldan çıkarmak için vaatte bulunduğu “ölümsüzlük” duygusunu ağacın meyvesinden tadarak elde edemedi. Ancak hatasını kabul edip tövbe ederek ve Allah’a olan takvasını izhar ederek bu arzusuna kavuştu. Şeytanı düşman bilmesi ve Hakk’a olan teslimiyeti, Onu tüm insanlığa örnek kıldı ve ismi dilden dile dolaşarak kalıcı hale geldi. İnsanlığın ilk atasının sünnetinde ortaya çıkan bu hakikat bizlere “ölmeme”nin yolunu göstermiş oluyor. Bundan sonra insana düşen, Allah katında isminin anılacağı hayırlı amellerle en büyük zaafından kurtulmak olsa gerek…