Dünyaca ünlü konuşmacı Nouman Ali Khan, 15 Temmuz direnişine destek vermek üzere ülkemize geldi. Bir günü beraber geçirdik. Uçaktan inişinden sahneden inişine kadar, konuşmasını planlamasından kuliste seyircileri karşılamasına kadar çoğu zor işi gözlemleme imkânı buldum.

Uzunca bir süredir, öncelikle gençlerin ve hür düşünen herkesin videolarını internetten izlediği Numan Ali (artık Türkçe telaffuzla yazayım) Kur’ân’a ve peygamberimizin hayatına dair derin, duru ve diri yorumlarıyla öne çıkıyor. Çoğu ona vaiz yahut âlim gibi sıfatları yakıştırsa da, o etiketsiz ve makamsız bir sivil olarak kalmayı tercih ediyor. “Muslim on the street” dediklerinden; karmaşasız ve teklifsiz.

Her konuşması en az bir entelektüel meyve veriyor. Beden dilini ve teatral imkânları sonuna kadar kullanıyor. Kompleksiz. Protokolsüz. Sahneyi kullanmada, Batı medyasının hormonladığı ‘televangelist preacher’lardan geri kalmıyor. Kasmadan konuşuyor. Sıkça duyduğumuz jargonlara sığınmıyor. Şablonları tekrar etmiyor. Ezberlere yaslanmıyor. Kalbiyle konuşuyor. İnce ve duru bir akışı temsil ediyor onca gürültünün arasında. Belli ki insan olmayı İslam’ın şartı olarak kabul ediyor; İslam’ın söylemini insan olan yanından başlayarak seslendiriyor. Sadece Müslümanlar arasında değil, gayrimüslim gençlerden de takipçilerinin olmasının nedeni bu olmalı.

Haliç Kongre Merkezi’ni hıncahınç dolduran, çoğu üniversiteli, çoğu hanım, okumuş ‘çocuklar’ Numan Ali’yi kulaklıksız, yani çeviriye ihtiyaç duymadan dinledi. İngilizcesi biraz hızlı olsa da, herkesçe anlaşılır duruluktaydı. Esprilerine anında karşılık buldu. Beraberce hüzünlendiğimiz de oldu, güldüğümüz de.

Konuşmacıyı dinlerken, bir taraftan not alan, gözleri pırıl pırıl, heyecanları yüzlerinden okunan gençleri seyre daldım. Bir kez daha anladım ki, bu toprakların heyecanı bitmez. Ümidin tarlası hiç boş kalmaz. Yüzyılların birikimiyle, gönlümüzde kıvamını bulan Kur’ân medeniyeti söylemi, giderek cemaatçileşen, hurafeye bulanan, sığlaşan, şablonlaşan, folklörize edilen, köylüleştirilen bir din dilinden fazlasını hak ediyor. Bir tarafta alabildiğine köpürtülmüş menkıbelerle seyreltilmiş din anlatımı; diğer tarafta alabildiğine soğuk ve akademik bir dil. Bir tarafta ehlisünnet olmayı şekle ve kılığa indirgeyen cübbeli söylemi bir tarafta “Kalbim temiz!” söylemi etrafında buharlaştırılan şeriat… Gözleri pırıl pırıl o okumuş çocuklar, bu taraflardan hiçbirinde yer almak istemiyor. Aradığı şeyi o akşam bulmuş olmanın sevinci vardı gözlerinde. Ağabeyleri olarak ben, “ya sonra?” sorusunun ağırlığı altında ezilmiş durumdayım. Hâlâ enkaz altındayım.

Yeryüzünün en bereketli kavramı olan, çoğulcu yaşamayı garantileyen cemaat kavramının uluslararası bir Fettan tarafından yaralandığı, gasp edildiği bugünlerde, Numan Ali konferansı tam da olması gerekenin fotoğrafı verdi. Bir ümit ışığı oldu.

Abartıyor olma ihtimalini göz ardı etmiyorum. Gerektiğinden fazla ümitlenme saflığımı yok saymıyorum. İyi de, güzel de, tamam da; 15 Temmuz’daki direnişimizi Ahzab Suresi’nin satırlarında yeniden okumak için Numan Ali’yi mi beklemeliydik? Onca can kaybına rağmen, apaçık fetih, tartışmasız zafer müjdesini duymak üzere Numan Ali’nin Hudeybiye’nin kılcal damarlarına girerek avuçlarımıza bıraktığı duygusal gerilimleri okuyacak o aktif aklı nerede uyuttuk?

İşte hesap ortada. Ramazan ayını yeni geçirdik sayılır. Ne kaldı aklımızda? Hz. Âdem’in babası? Hz. Meryem’in cinsiyeti? İmsak vakti doğru mu? Seccademizdeki gizli haç ve siyon yıldızları? Gerdek gecesi namazının kazası? Cünüpken ölenin şehadeti? Hepsi reyting, hepsi para, hepsi polemik… Hadi bu tuhaf gündemi reyting zaruretine bağlayalım. Nerede diyanetimiz? Şu kadar camimiz var, şu kadar yetişmiş din gönüllümüz varken, şu kadar hafızımız varken, günde milyonlarca defa indirilmiş hatmimiz varken, dudaklarımız kıpır kıpır yüzünden Kur’ân okurken, Kur’ân’ın tarih olmadığını anlayacak ve anlatacak aklımıza ve dilimize ne oldu?

Farkında mısınız, müşterek razı olunmuş bir suskunlukla, ‘sesimizi’ yitirmişiz, zarif bilgeliğe sağırlaşmışız. Şehitlerimizin canıyla ortaya koyduğu, gazilerimizin ve milletimizin teriyle yazdığı o muhteşem destanın sonuna bir satır koymalı değil miydik?

Haydi…