“Gürültü” kelimesine lügatlerde verilen anlamlar, ‘içeriksiz ses’ etrafında odaklanıyor. İşitene bir anlam ifade etmiyor gürültü. ‘Söz’ sayılmayı hak etmiyor; ‘laf’ta kalıyor. ‘Kelime’ tarifine uymuyor. Vurduğu yerde iz bırakmıyor. ‘Ses bombası’ gibi etki ediyor, sahici sesleri bastırıyor.

Çokça ses çıkıyor televizyonlardan. Bunların çoğu zaten içeriksiz. Boş olanın sesi daha baskın, davul gibi hoş duyuluyor. Belki bunların mahiyetini anlar da, paketleyip bir kenara koyarız. Meraklısına terk ederiz. Ama Ramazan ayı gelince iş değişiyor.

Ramazan’da  TV ‘gürültü’sü yeni bir boyut kazanıyor. Bize susmak ve susamak için indirilen orucun ruhu inciniyor. Biricik sahih içeriğimiz olan ‘din’ boş seslerin ambalajı haline geliyor. ‘Din’in kendisine temas etmeden, kimi zaman erotizme varan, tuhaflığın cart renklerini çığıran magazin konuları ‘dinî’ pakete konuyor, ustaca satılıyor. Maalesef, reyting raporları bunların satın alındığını gösteriyor. Kimseye bir şey vermek istemeyenlerle, kimseden bir şey almak istemeyenlerin alışverişine şahit tutuluyoruz. ‘Gürültü’ gibi. Hem muhatabına bir şey ulaştırmıyor zaten muhatabı da bir şeye ulaşmak istemiyor. Bu kadarıyla kalsa iyi. Gürültü, saldırgan ve istila edici aynı zamanda; sahiden bir şey alacakları ve verecekleri Ramazan pazarına küstürüyor, orucun billur akışından uzaklaştırıyor. Gerçek sesleri susturuyor.

Az önce duydum şu sesi: “Hiç doğmamış olmayı dilerdim!” Terapi odasından yükseliyor bu ses. Fısıltı halinde. Televizyonda yok. Meydanlarda yankılanmıyor. Hayatın akışını duyabileceğimiz, kalbin çırpınışına dokunabileceğimiz köşeden geliyor. Yaralı bir kalbin odacıklarından sızıyor bu cümle. Herkes duysun diye dillendirilmiyor; ünlü olmak için seslendirilmiyor. Kendini duyurmak isteyen, sesinin yankısını bulmak isteyen insan yalnızlığından taşıyor.

Bu ses karşısında savunmasızım. Mukabelede bulunacak mecalim yok. Çözümsüzüm. Bu derin varoluşsal pişmanlığa yazacak bir ilaç adı bilmiyorum. Bilinen tüm paketli ilaçlar, bu acıyı unutturmaya yönelik. İnsanı hormonlarının izdüşümü sanan, ruhunu yok sayan psikiyatri el kitapları yavan.

Birden bu sesin bize daha önce duyurulduğu düşüyor aklıma. Âh, evet, Meryem’in sesi bu… “kuntu nesyen mensiyyâ…” “Keşke unutulup gidenlerden olaydım!”  “Unutulaydım, unutulduğu da unutulanlardan olaydım keşke” diye meallendirmeyi tercih ediyorum bu sesi.

Kategorik olarak bakarsak, terapi odasında konuşulanlar ‘dinî’ değil. Bir terapist de ilahiyatçı değil…  Peki bu paralellik niye? Nasıl oluyor da, gizli sancılarını itiraf eden bir kadının sesi, Meryem’in Kitab’a düşen sesiyle örtüşüyor?

Birilerinin din diye tanımladığı ve arsızca çoğalttığı bir kuru bilgilerden uzaklaşmamız başlıyor böyle. ‘Din’ saf anlamıyla, ‘borçlu’ olduğunu bilme bilinci. Varlığının yokluğuna tercih edildiği o talihli kırılmayı sorgulama sorumluluğu. Bir varoluşsal sorgulama. Minnet duygusuyla donanma. Hayretini inceltme egzersizi. İnsanın dünya sürgününün çerçevesi. Bir duyuş. İçimize dokunan serin bir rüzgâr sesi. Belli ki bu yüzden Meryem’in sesini içimizde buluyoruz.

Bu Meryem’in sözü değil, artık Allah’ın sözü; Allah’ın insan teki Meryem’in ağzından duyurmak üzere seçtiği nida… Dokunaklı… Hazreti Meryem üzerinden, varoluş sancımızın sesi yükseliyor.

‘Terapi odası’nda yüksele o ses, insanın yeryüzü yalnızlığının tercümesi, dünya sürgünün iniltisi…  Bu yüzden, çok değerli. Bu yara hürmete şayan. Sahici! Bende karşılığı var. Beni bana anlatıyor. Beni bana hatırlatıyor.

Meryem’in sesini kendi içimizdeki ses olarak bize duyuran, iç sesimizi duyduğunu haber veriyor bize. Düştüğümüz dünyadan kaldıracak kelimelerle eğliyor üzerimize. Dünya kuyusundan çıkmamızı sağlayacak tutamak sözler sunuyor kalbimize.

Cennetten dünyaya indirilen insan ile Rahman’dan insana indirilen Söz’ün ikiz kardeşliğini görüyorum terapi odasının sessizliğinde. Seviniyorum. Gürültüler diniyor. Susuyorum. Sessizliğe bile anlam kazandıran asil susuş başlıyor. Şahdamarı yakınlığında buluyorum teselliyi….