Bu sorunun cevabı için Avrupa’daki Türk algısına şöyle bir göz atalım.
Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra dünyanın gündemine oturan İslamofobiden çok daha önce Batı’da Türkofobi olarak adlandırılan bir korku vardı. Türkofobi tarih sahnesine ilk olarak Hun Türkleri’nin Avrupa’ya yaptıkları akınlarla birlikte 4. yüzyılda çıktı. Malazgirt, İstanbul’un Fethi ve nihayetinde Avrupa’nın içlerine doğru fütuhat devam ettikçe hem Türkofobi hemde Antitürkizm Batı toplumunun yüzyıllar boyunca en temel gündem maddeleriydi.
Bu korku sürekli din ve siyaset adamları tarafından körüklenerek diri tutulmaya çalışıldı. Bugün sosyal medyadan bildiğimiz algı oyunları o günlerde, papazların Türklük ve İslam karşıtı vaazlarının vazgeçilmeziydi.
Mesela, 1536-1541 yılları arasında Viyana piskoposu olan Fabri, Türkler’le alakalı şunları söylüyor:
“Gökyüzünün altında Türkler kadar acımasız, Türkler kadar merhametsiz bir millet yok. Onlar yaş ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın önlerine çıkan herkesi öldürür ve hatta gebe kadınların karınlarından dahi yavrularını söküp alırlar.“
Bu ve buna benzer vaazlar, Latince “missa contra turcas” yani “Türklere karşı dua” olarak adlandırılan ve kiliseler tarafından özel dua günleri olarak ayda bir düzenlenen ayinlerde verilirdi. Vatikan bu ayinleri “Türkleri sadece tanrının yardımıyla durdurabiliriz!” gerekçesi ile düzenliyordu.
Sadece 16. yüzyılda Türkler’in Avrupa için teşkil ettikleri tehlikeye dair 2500’den fazla makale, kitap ve yayın neşredilmiş. Sadece Katolik Hıristiyan’lar değil, Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther’de Türkler’i “şeytanın çocukları” olarak nitelendiriyor. Martin Luther’in Türk karşıtlığını Protestan mezhebinin kuruluş manifestosu olarak kaleme aldığı 95 tezinde de görüyoruz, bu tezlerden birinde Türkler’i deprem gibi, veba gibi tanrının bir cezası olarak adlandırıyor.
Türk karşıtlığı öyle abes bir hal almıştı ki, sömürgeci Portekiz Krallığı Doğu Afrika’da istila ettiği ülkeleri, Türkler’le mücadele etmek için istila ediyoruz bahanesiyle istila ediyordu.
İsveç’te 17. yüzyılda yayınlanan bir okul kitabında (haşa) “İslam Muhammed isimli sahtekârın kurmuş olduğu dindir, İslam’a inanan insana ise Türk denir.” deniliyordu.
Bizim aydınların yere göğe sığdıramadığı Voltaire 18. yüzyılda Türkler’i Avrupa medeniyetini tehdit eden tiranlar olarak nitelendiriyordu.
Bugün dahi birçok Avrupa dilinde Türk kelimesi aşağılayıcı bir sıfat olarak kullanılır. Misal olarak Malta’da başına olumsuz birşey gelen adam “Haqq ghat-torok.” yani “Lanet olsun Türkler’e.” der.
Veya Hollanda’da bakımsız veya çirkin insanlara “Eruit zien als een Turk.” yani “Türk’e benziyor.” derler.
İtalya’da beklenmeye bir tehlike karşısında “Mamma li turchi.” yani “Anne Türkler geliyor.” derler.
Romanya’da inatçı, anlayışı kıt insanlara “Mai, turcule.” yani “Seni Türk.” derler.
Yunanistan’da birine çok kızıldığında “Έγινε Τούρκος.” yani “Türk oldu.” derler.
Fransa’da merhametsiz insanlara “C’est un vrai Turc.” yani “O gerçek bir Türk.” denirdi.
AB’nin kültürel baz olarak aldığı ve benim temelimdir dediği Batı literatürüne, siyasetine, bilimine, felsefesine yön vermiş Mark Twain, James Darvin, William Gladstone, Cardinal Newman, Philip Melanchthon gibi şahsiyetler Türkler’den hep negatif bağlamlarda, kin ve nefret dolu söylemlerle bahsetmişlerdir.
Velhasıl Avrupa Birliği’ne bizden önce Tanzanya girer, sonra Trinidad ve Tobago, sonra Çin…
Belki ama sadece belki ondan sonra bizi de alırlar.
İngiltere’nin AB’den çıktığı, İsviçre’nin Norveç’in girmeye bile tenezzül etmediği, İtalya’nın kaçmak için kapıyı gözetlediği, Bulgaristan ve Romanya gibi ikibuçuğuncu dünya ülkelerinin tam üye olduğu bir AB zaten çok da lazım değil.