Üstat Bediüzzaman, kendisinden sonra telif ettiği Risale-i Nur Külliyatına, “şerh ve izah” yapılacağını, Barla Lahikası isimli eserin, 371’inci sayfasında şu şekilde haber vermiştir:
“Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te'lif ile ve Dokuzuncu Şua'ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur'u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek…”
SADECE MOLLA MUHAMMED!
1960 yılında vefat eden Bediüzzaman hazretlerinin vefatının üzerinden tam “64 yıl” gibi bir zaman geçtiği hâlde, bu esere altmış cildin üzerinde şerh ve izah; sadece Molla Muhammed adıyla bilinen, müellif Mehmed Doğan tarafından yapılmıştır.
Nur camiasıyla çok yakın temasım var. O nedenle piyasada Risale-i Nur dersi yapan çoğu kimsenin, müellife ait Rumuzul Kur’an ve Keşfül Envar isimli eser ve şerhleri gizliden gizliye okuyup ders yapan, ünvanı profesör olan çok adam tanıyorum. “İlim müminin yitik malıdır. Onu nerede görse alır.” O sebepten gizliden gizliye okumalarına bir şey demiyorum. Lakin biraz karakter sahibi olup aleyhe konuşmasalar zaten bir şey diyen kalmayacak.
KURTARICI, HALİFE VE MÜFESSİR OLDUKLARINI SÖYLÜYORLAR!
Dahası da var; Müellifin rahleyi tedrisinde ders aldıkları hâlde, akademide “intihal” diye tabir edilen hırsızca bir su-i ahlakla (!), kendilerini müellifin yerine koyup imitasyon benzeri bir anlayışla, kimi kendisinin “Yakub’un oğlu” olduğunu iddia edip “kurtarıcı”lık davasında bulunur. Kimi ise “Özmen bir kimlik”ten uzak tavırla “halife”lik hakkının olduğunu savunur. Bir başkası da sıklet ve sakalından güç alarak, ürkek olmasının rağmına, “emin bir kamuflaj”la “müfessir” olduğu yaygarasını koparır.
GÜNÜMÜZÜN ‘SAHTE ENVERİ’LERİ!
Bu durum, tarihte yaşanmış bir hadiseyi aklıma getirdi: Afganistan'ın Belh şehrinde, meşhur şair Enveri'nin şiirlerini, kendi şiirleri gibi okuyan ve kendini Enveri olarak tanıtan bir adamın yanına giden gerçek Enveri; “Enveri'yi tanır mısın?” diye sorar. Adam da “Enveri benim” diyerek cevap verir. Şairin bu söze vereceği karşılık hazırdır: “Tuhaf şey, şiirlerin çalındığını bilirdim ama şairlerin çalındığını ilk defa görüyorum.”
Günümüzün “Sahte Enveri”lerinin böyle bir hataya düşmelerinin sebebini araştırınca “Hücumat-ı Sitte Risalesi’ndeki altı desise-i şeytaniyeyi, İhlas Risalesi’ndeki düsturlar zannedip; yüzüne gözüne sürerek Hud Suresi’ndeki ‘Velâ terkenû ilâ-lleżîne zalemû fetemessekumu-nnâr’ ayetinin tehdidindeki tuzağa düşmüşler.” şeklinde açıklayabiliyoruz.
Evet, alim-i mürşid oldukları iddiasında bulunanların; koyun gibi, abıhayat sütünü vermeleri lazım gelirken bu sahte ‘Enveri’ler; kuş gibi, mürşitlerinden çaldıklarını, kay şeklinde kusarak kendilerinin gerçek Enveri oldukları zannına kapılmışlar…
ZAVALLILAR!..
Şöhretperestlik, hiss-i havf, tama, menfi milliyet, enaniyet ve vazifedarlık damarı gibi duygular, şeytanın tuzaklarından bazılarıdır. Söz konusu tuzaklara düşeni gördüğümüz de “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dememiz gerekir…
Hülasa: Risale-i Nur Külliyatı müellifinin "İşte, ey Risale-i Nur şâkirtleri ve Kur’an'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insân-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki sâadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sâhil-i selâmet olan Dârüsselâma Ümmet-i Muhammedi'yeyi (a.s.m.) çıkaran bir Sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz." sözünün hilafına, “merkeziyet ve merciiyyet” davası güdenler zavallıdır.
Selam ve dua ile…
Fiemanillah…