Geçen haftaki yazımızda, Cezayir ve Yemen’de tanınmasına rağmen çeşitli sebeplerden dolayı Türkiye’de yeterince tanınmayan âlim ve mütefekkir merhum Fikri Tuna’nın birikimlerinden istifade etmenin, ümmetçe sorunlarımızla yüzleşmek ve isabetli çözüm önerileri geliştirebilmek için önemli bir katkı sunduğuna vurgu yapmış, üstadı daha yakından tanımak için “Maraş’tan Marakeş’e Fikri Tuna” isimli eserin önsöz, takdim ve arka kapak yazılarını aktarmıştım (1).
Eserin birinci bölümünü oluşturan çocukluk hatıraları ile Maraş’tan Şam’a, Libya’dan Cezayir’e, Marakeş’ten Yemen’e uzanan uzun ilim yolculuğuna ilişkin bir yazımı (2) ve eserin ikinci bölümünü oluşturan seyahatleri, gözlemleri ve analizlerini konu alan bir başka yazımı daha Fikri Hoca hayattayken yayımlamıştım (3)
Bu haftaki yazımda “Maraş’tan Marakeş’e Fikri Tuna” (4) isimli eserimizden üstadın İslâm âleminin tanınmış âlim ve mütefekkirlerine ilişkin değerlendirmelerine örnek teşkil edecek bir demet iktibas etmek istiyorum.
Mehmet Akif’in teşhisine ve çözüm önerisine katılmak
“İslâm âlemi Batı karşısında önceden veren el konumundaydı. Mesela, İslâmiyet Batı ilerlemesinde en büyük pay sahibi olan Rönesans’a ilham olmuştur. Bağdat, Kurtuba vb. kentler en şaşaalı dönemini ‘alan el’ değil, ‘veren el’ olarak yaşamıştır.
Müslümanlar aynı kaynaklara bugün de sahiptir: Kur’an, sünnet, icma, kıyas. Kurtuba’da, Nişabur’da, Tahran’da, İstanbul’da o zaman aydınlığı yaşatan kaynaklar bugün de Müslümanların elindedir. Ama Müslümanlar bu kaynaklardan uzak düşmüş durumda, onları anlamıyorlar (s.165).
Sömürü sisteminin kanlı ayakları altında inleyen ve o sisteme karşı direnmeyi düşünemeyen Müslümanlar birinci kaynak olan Kur’an-ı Kerim’i, Akif’in dediği gibi mezarlarda okunmak, duvarlara asılmak için indirilmiş zannediyorlar. Ya açıp fal bakıyoruz ya da mezarda ölülerimiz için okutuyoruz. Hâlbuki Kur’an bir hayat düsturudur. Ama ne yazık ki, Kur’an’a Müslümanların dirliğini koruyan bir kitap olarak bakma anlayışı yok olmuştur:
Çünkü biz bilmiyoruz dîni. Evet, bilseydik,
Çâre yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
“Böyle gördük dedemizden” diye izmihlâli
Boylayan bir sürü milletlerin hâli,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
Lâfzı muhkem yalnız, anlaşılan Kur’ân’ın,
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına!
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!
(Safahât, İkinci Kitap, s.170).
Oysa Müslümanlık insanın yirmi dört saatini düzenleyen bir sistemdir. Bir Müslüman toplumun başka bir toplumla, insanın Allah’la ve nefsiyle olan ilişkilerini tanzim etmiş, beşeriyetin saadetini ve mutlak adaleti temin için gelmiş bir kitaptır Kur’an. Böyle bir düsturu ihmal etmek, İslâm’a en büyük ihanettir.
Avrupa küll halinde İslâm’a hücum ederken, her yönüyle İslâm’ı yok etmek, yapamazsa karıştırmak ve zayıflatmak için geliştirdiği sömürge sistemine karşı çıkan güçler; Kafkasya’da İmam Şamil, Hindistan’da, Fas’ta, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Türkiye’de İstiklal Harbi gibi mücadeleler birbiriyle tesanüdü bulunmayan ferdî direnişler olmuştur. Batı’nın küll hâlindeki saldırısına külliyen bir direnişle karşılık verilememiştir.
İslâm âleminin zayıflamış ve kendisine olan güveni yitirmiş olması, Batı’dan gelen her şeyi güzel kabul etmesi, İbn Haldun’un ‘mağluplar galipleri süratle taklit eder’ tezini doğrulamaktadır.” (s.166).
Suriye meselesinde Said Ramazan el-Bûtî’yi anlamak
“Ramazan el-Bûtî’nin öldürülme şekline çok üzüldüm. Mısır’a vize alamayınca Suriye’ye gitmiştim. Benim hocamdı, nahvi çok güzel anlattı bize. Doktora yaptı, Şam Üniversitesi’nde çalıştı, kurucu dekan Mustafa Sıbai vefat edince o dekan olmuştu… (s.168). Ramazan el-Bûtî, mutekit bir Müslümandı. Babası Şam fakihi denilecek kadar iyi bir İslâm hukukçusu idi… (s.172).
Ramazan el-Bûtî, babası gibi kendisi de tetebbuat sahibi, gerçek bir araştırmacı. Eserlerini temin edip inceledim, İslâm fıkhına derinlemesine vâkıf bir kimse olduğunu ispat etmiş biridir. Gerek Cezayir’de gerek Şam’da kendisiyle karşılaşıp sohbet etmişliğim vardır. Onda anlayamadığım tek şey, Beşşar ve babası hakkındaki tutumudur. Cezayir’de bu konuda kendisine sordum, Hama ve Humus zulmü ortadayken Esad’a niye destek olduğunu sordum, “fitne” deyip geçiştirdi. Gazetelerde Beşşar’ı desteklediğine dair fetvalar verdiğini okudum, acaba bunu da mı fitne diye geçiştirdi? En son Beşşar hakkındaki tutumunu değiştirdiğini, aile efradını Türkiye’ye gönderdiğini, Beşşar’ın zalim olduğunu söylediğini Yeni Şafak gibi bazı gazetelerde okudum. Bu doğru ise Beşşar’ın zalim olduğunu kabullenmiş olabilir.
Türkiye’de Bûtî’ye saldıranlar olmuştur. (İstanbul’a gelen) Cevdet Said’i ziyaretten dönerken, Hayrettin Karaman’ın ona bir itirazını okumuştum. Anlamadan itiraz etmiş. Bûtî’yi de anlamadan hemen saldıranlar var. Ben o kanaatte değilim. Bûtî Eş’ari’dir. Gerçi o mezhep meselelerini aştı. Ehl-i Sünnet’e mensuptur (s.173).
Bûtî şöyle düşünmüş olabilir: Suriye’de ekseriyet tarafından kabul edilen bir nizam var. Karşı çıkanlar; Müslüman Kardeşler, Vahhabiler, Selefiler. Dolayısıyla mevcut nizamın çökertilmesinin fitne ve kargaşa getireceğini, var olandan daha iyi bir durum ortaya çıkmayacağını, bir İslâm devleti kurulması için dengelerin uygun olmadığını, mevcut düzenin korunmasının ehven-i şer olduğunu mu kabul ediyordu acaba?
Bûtî’nin dediği gibi, çeşitli yerlerden gelen teröristler de var muhalifler arasında. Bunların İslâmî nizam kurmak istediği nereden malum? Mevcut düzenin teröristler tarafından getirilecek kargaşadan daha ehven olduğunu mu düşünüyordu acaba Bûtî? Bûtî hakkında hüküm verirken bunlara dikkat etmek gerekiyor.
Her ne olursa olsun, Bûtî de bir insandır, insanlar hatadan hâlî değildir, o da hata işlemiş olabilir. Ama, o gerek Arap gerekse İslâm âleminde yazdığı eserlerle ehliyetini tescil etmiş bir ilim adamı, bir İslâm mütefekkiri idi. Yazdığı eserleri derinlikli, konuları zaruri, sıradan bir âlim olmayıp gerçek anlamda ictihad edebilen, kaynaklardan istifade etme yeteneği olan bir insandı. Sadece kendi memleketine değil tüm İslâm âlemine mâl olmuş, inançlı bir âlimin bu şekilde, camide talebelerine ders verirken bombalanarak hayatına son verilmesi, esas itibarıyla ilme, irfana, barışa, huzura yakışmadığı gibi ilme, hikmete, fikre, hürriyete, barışa hürmetsizlikten başka bir anlam ifade etmez. Böyle kanlı bir saldırıyı hangi taraftan gelirse gelsin kınıyorum, hiçbir şekilde tasvip etmiyorum.” (s.174).
Zahid Kevseri’nin ilmî kudretini ve mücadelesini takdir etmek
“Zahid Kevseri sadece Türkiye için değil, sadece Mısır ve Suriye için değil, bütün İslâm âlemi için ilmi neşreden, gerçekleri yayan, İslâmî gerçekleri temsil eden büyük bir şahsiyet, büyük bir allâmedir. O bakımdan meşgul olduğu konular da âlemîlik (küresellik) vasfını taşımaktadır. O dünya çapında problemlerle meşgul olmuştur. Çünkü kendisine her yerden konular sorulur ve Kevseri’nin ağzından bu soruların cevapları öğrenilmek istenirdi.
Mesela Hindistan’dan gelen konular, sorulan sorular yani yazılan kitaplar. Nitekim Kevseri çeşitli coğrafyalarda yazılan kitaplara mukaddime yazardı. Gerek Mısır gerek İran gerek Suriye, her İslâm bölgesinde çıkan İslâmî konulara mutlaka bir cevap verir, o meseleyi tahkik eder, o mesele hakkında görüş bildirirdi. Onun için Kevseri’nin makaleleri bu şekilde toplanmış oldu. Aynı zamanda mukaddimeleri de öyledir. Beyhaki’ye yazdığı gibi, İbn Meymun’un kitabına yazdığı gibi. Ebu Hanife ile ilgili kitap yazan Cüveyni, Gazâli, Fahreddin Razi -ki bunların üçü de feylesof sayılır- gibi ulemaya çok sert cevaplar verdi.
İşte bu şekilde Kevseri, âlemin allâmesi kabul edildiği gibi, üzerinde durduğu konular da İslâm âlemine, hatta insanlık âlemine taalluk eden meselelerdi. Çünkü İslâmiyet, ‘risale’si yani mesajı bütün insanlar için gönderilen bir dindir. Konuları da tabii ki âlemşümul olacaktır. Kevseri de mevzulara bu şekilde yaklaşmakta idi. Onun için Kevseri meselesi üzerinde daha uzun durmak istedim. Esasında Kevseri’nin hayatı, kitapları, makaleleri, mukaddimeleri hakkında bir kitap hazırlamak istiyorum… (s.175).
… İç ve dış sömürülerin tümüne son verilmelidir. İşte o vakit, İslâm’ın gerçek prensiplerini savunduğumuzu ispat etmiş oluruz. Gerçek manada Müslüman oluruz. Allah, Peygamber’in şemsiyesi altında buluşan, İslâm’ı bu şekilde bütün beşeriyete ulaştıran Müslümanlardan eylesin hepimizi.
İşte hayatı boyunca yazdığı bütün makaleler, kitaplar, mukaddimeler ile İslâm dininin hakikatini göstermeye çalışan İmam Kevseri’nin gayesi de bu temas ettiğim noktalardı. Bunun için büyük mücadeleler verdi.
Kendisine hücum eden kimselere karşı tahammül ederek, İslâm’ı savundu. Bilhassa İbn Teymiyye’yi örnek gösteren kişiler tarafından -ki Kevseri bunları putçular diye anar haklı olarak-, bir taraftan hadisi, sünneti inkâr edenlere, ictihad hareketi dolayısıyla oluşan İslâm hukukuna saldıranlara karşı müthiş bir mücadeleye girişmişti ki bununla da İslâm’ın ana amaçlarını savunmuş oldu.
Mezhepler kaldırıldıktan sonra neyi tatbik edeceğiz? İctihad hareketini mi inkâr edecekler? Kevseri diyor ki: “Mezhepsizlik davası dinsizliğe açılan bir köprüdür.” Suriye’deki kargaşada öldürülen Bûtî ise; “Mezhepsizlik de bir mezheptir.” demişti. Ona göre mezhepsizler Hz. Ömer’in ve Hz. Ali’nin ictihadını reddetmektedirler. Bilhassa dört imamı, hadisi ve diğerlerini reddetme hareketini başlatan onlardır. Tamamen İslâm’ı yıkmaktan başka amaç taşımayan bu mezhepsizlik hareketini kabullenmek mümkün değildir. Zira bu hareketler dinsizliğe götürür (s.193).
Kevseri’nin, cihanşümul bir şekilde vermiş olduğu mücadelede kastı ve arzusu İslâm fıkhını tatbik etmek ve ictihad hareketini koruyarak buna ictihad eklemekti. Birtakım inkâr hareketleri, Allah’ı ‘halk’a benzetmek, Allah’ı ‘halk’laştırmak, ‘mahlûk’ ile ‘Hâlik’ arasında fark gözetmemek suretiyle İslâmiyet’i parçalamaktan başka bir amaca hizmet etmezler. İşte İmam Kevseri, bu amaçlara karşı çıkarak İslâm’ın bütünlüğünü ve gerçekliğini savundu. Nasıl Kevseri, cihanşümul bir şekilde kabul gördü ise, hukuk birliğini, inanç birliğini savunduysa, bugün de İslâm devletlerinin İslâm şemsiyesi altında yaşamalarını savunanlar Kevseri’nin çizgisindedirler. İnşâAllah Kevseri’nin çizgisinde gidenlerden oluruz.” (s.194).
Üstat Fikri Tuna’nın İmam Gazâlî, İbn Teymiyye, Şiblî Numanî, Cemalettin Afgani, Malik Bin Nebi, Abdullah Hererî, Mustafa Sıbai, Mustafa Sabri, Ayetullah Humeyni, Ebu’l-Hasen Nedevî, Emir Şekib Arslan, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi, Ferid Vecdi, Muhammed Abduh, Said Nursi, Sadreddin Yüksel ve Necip Fazıl gibi yüzlerce âlim ve mütefekkir hakkındaki hâtırat ve değerlendirmelerini kitabın indeksinden yerini bularak okuyabilirsiniz.
Merhum üstadın ilminden ve fikirlerinden istifade etmeyi, hatıratını ve fikirlerini anlattırıp yazmayı, hayatının hasılası mesabesindeki bu kıymetli çalışmayı vefat etmeden hemen önce prova baskı da olsa kitap hâlinde basıp takdim ederek ölüm döşeğinde büyük huzur ve memnuniyet duymasına vesile olmayı nasip ettiği için Yüce Allah’a hamd ediyorum. Zaten bütün çabalarımız en sonunda “elhamdülillah” diyerek sahip olduğumuz tüm nimetleri bize bahşeden Rabbimize hamd edebilmek değil midir?
Kaynaklar:
Fethi Güngör; “Fikri Tuna Hoca’yı Yakından Tanımak”, www.dirilispostasi.com/makale/fikri-tuna-hocayi-yakindan-tanimak-5cabbc42c0d1c563a6401b8b, 09.04.2019.Fethi Güngör; “Saklı Ulemâyı Keşfedebilmek”, , 09.11.2015.Fethi Güngör; “Mütefekkir Ulemâdan İstifade Edebilmek”, , 16.11.2015.Fethi Güngör; MARAŞ’TAN MARAKEŞ’E FİKRİ TUNA, Pınar Yayınları, İstanbul, Mart 2019, ciltli, 407 s.,