Her şey devletin, damarlarında habis bir ur gibi dolaşan gerçek tehlikeyi anladığında başladı. Fakat çok geç kalınmıştı. Menderes’i darağacına gönderen 1960 darbesinden bu yana, ülkedeki tüm felaketlerin kaynağının askeri vesayet rejimi olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Öyle ise çözüm, bu vesayet odağının dağıtılması, millet düşmanlarının peygamber ocağından temizlenmesi, askerin kendi vazife alanına çekilmesinin sağlanmasıydı.
AK Parti, tüm bu darbe süreçlerinde yolu kesilmiş, inanç ve düşüncesi aşağılanmış milletin doğal bir tepkisi olarak doğmuştu. Gülen Cemaati, gazeteleri, televizyonları, akademisyenleri, dernekleri ve düzenlediği uluslararası toplantılarla bu vesayet odaklarını geriletecek, ülkenin özgür ve müreffeh bir yer haline getirilmesi için uğraşan büyük bir sivil toplum hareketi gibi sunulmuştu. Oysaki en büyük vesayet odağının kendisi; doğrudan ülkemizi yok etmek için dişlerini bileyen düşmana çalışan bir terör örgütü olduğunu ancak devletin silah yüklü tırlarını durdurup, askerine kelepçe vurduğunda, MİT’e, Başbakan’a operasyon çektiğinde anladık.
O karanlık gecede saldırıları öylesine vahşiydi ki, o mülayim görünüşlü sefillerin böylesine gözlerinin dönebileceğine kimse ihtimal veremezdi. Bugün 28 Şubat’tan daha kötü günler yaşadığını, “darbe dönemlerinde daha rahat konuştuğunu” söyleyenlerin bu millete yaptığı en büyük kötülük de işte bu: Damarlardan, gizlendikleri hücrelerden çıkıp bir cerahat gibi etrafa yayılan bu “necis ur”u temize çıkarmak. Boğuldukları çukurlarda onlara rahat bir nefes aldırmak.
28 Şubat darbesiyle bugünü kıyaslamak, aslında Kılıçdaroğlu’nun “karşı darbe” ithamını tekrarlamaktan başka bir şey değil. 28 Şubat’ta FETÖ’nün gazetesinde yazmasına rağmen, başörtüsü eylemlerine katılan Sayın Taşgetiren’in hakkını teslim etmek gerek. Rağmen diyorum, çünkü o dönemde FETÖ elebaşı peruk fetvasını vererek direnişi kırmaya gücü yetmeyince; “başörtülerinin altında erkekler var, bunlar parayla tutulmuş provokatör” diyerek çamur atmaya kalkmıştı. Fakat, Sn. Taşgetiren bu ağlak yalancıya tepki göstermemişti. Tıpkı, FETÖ Hükümetle kavgasını şiddete vardırana kadar ağzını açmadığı gibi. Açtığında ise arabulucu olmayı denemiş, başaramadığında üzüntüyle yıllardır hizmet verdiği örgütün gazetesinden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Darbe dönemlerinde dahi konuşabildiğini, ancak şimdi daha büyük bir baskının olduğunu söylerken şunu söylemek istiyor aslında. Ona ve şimdi yazdığı mevkutenin diğer birçok yazarına göre 15 Temmuz’dan sonra “on binlerce kişi mağdur edilmiş, işlerinden atılmış, soruşturmaya uğramış” durumda. Bu tespiti yaptıktan sonra sormadan duramıyor: 28 Şubat’ta böylesi bir tasfiye oldu mu?
Hayır. Çünkü gerek kalmadı. Ne mahkeme, ne soruşturma. On binlerce başörtülü öğrenci, öğretmen, doktor, avukat, hemşire, memur bir gecede okullarından, işlerinden atıldılar. Askerler, sırf namaz kıldıkları ya da eşleri başörtülü oldukları için kapı önüne konuldular; açlıkla imtihan olsunlar diye tüm devlet kapıları da yüzlerine kapandı. Ne bu ülkeye ihanet etmişlerdi, ne Meclisi bombalamışlardı, ne de köprünün üzerinde tank mermisiyle insanları katletmişlerdi. Tek suçları bu vatana sadakat göstermek, inancını yaşamaktı. Darbeciler, ülkenin tüm dindar kesimlerini topyekûn düşman ilan etmişti.
Emperyalistlerin emriyle bu ülkenin evlatlarına kan kusturan bir terör örgütünün mensuplarına karşı yürütülen mücadele ile yine aynı emperyalistlerin emriyle milletimize 28 Şubat’ta akıl almaz bir saldırı gerçekleştirenleri aynı kefeye koymak; hatta mukayese etmek bile yeteri kadar densizlik değil mi?
28 Şubat’ta gazetede özgürce yazı yazmak mı? Siz bunu bir de panzerlerin kuşatması altında yayın yapmaya çalışan, tüm dağıtımcıları birer terörist gibi gözaltına alınan, okuyucularının başına bir iş gelmesin diye dağıtım listelerini imha eden, “okuduktan sonra gazetemizi yakın” diye okurlarına tavsiyede bulunan gazetelere sorun.
FETÖ’nün gazetelerinin yayınlandığı görkemli plazalarda bunları görmemiş olabilirsiniz.