Göç, hangi sebeple olursa olsun, bildiğinden, emin olduğundan, güven duyduğundan gitmek zorunda kalmaktır.
Ayrılmaktır.
Alışkın olduğundan ırak düşmek, kendinden olanın gurbetine göğüs germektir.
Göç, ayrılığın “tarih” dilince yaşanmış halidir.
Medeniyetlerin inşasında, kültürlerin oluşumunda, fetihlerin gerçekleşmesinde hep bir terk ediş saklıdır.
Göç etmek zorunda kalmanın derinlerinde mecburiyetin, imkânsızlığın, zorluğun, kopmanın, koparılmanın, zorunda bırakılmanın tarihçesi yatar.
Savaşlar ki, göç etmenin en elim sebebidir.
Yaşadığı toprağın göğünde bayrağının özgürce dalgalanamıyor olması, silah seslerinin geceleri uykuları bölmesi, yuvam deyip sığınılan hanelerin ansızın bir havan topu ile delik deşik edilmesi, yaşanılan şehrin sokaklarında mağaza vitrinlerine değil, taş yığınlarına, ölü insanlara, kan izlerine, yürek yakan feryatlara bakmanın ceremesidir göç.
Canın, hürriyetin, malın, yuvanın, işin, aşın, toprağın, namusun tehdit edilmesi halinde, kalmanın imkânsız gitmenin umut olduğu coğrafyalarda yaşayanların kaderidir göç.
Göç, istemek, dilemek, arzu etmek, merak etmek gibi duygulardan mahrum bir gidişin adıdır. Doğduğun, vatan bildiğin toprağı terk zorunluluğuna düşmektir.
Göç çaresizliktir.
Göç, aşinası olduğunu ardında bırakmanın sancısını çaresizlik içinde çare bilip çekmektir.
Göç, başka bir vatanın sınırlarına erişme umuduyla çileye talip olmaktır.
O sınıra eriştiğinde, kendi vatanında olmamanın tüm yabancılığı ve tüm endişesini hürriyet ve yaşama nimetine bedel bilmenin tesellisine ram olmak kadar kanaatkâr bir savruluştur iltica edip, mülteci olmak.
İbrettir aslında göç.
Mülteci bir kadının gözlerinde gördüğümüz kat kat koyulaşmış bakışın neler söylediğinden bihaber olmak, yaşamak için, nefes almak için, namusunu korumak için kat edilen çilenin ederinden, bedelinden habersiz olmaklığın çetelesidir.
Mermi kovanlarından, yıkılan evlerin molozlarından başka oyuncağı olmamış, elinden tutularak bir başka ülkenin sınırına sürüklenmiş bir çocuğun gözlerindeki korkunun şerhidir mülteci olmak.
Yoktan gelip, yoksulluktan sıyrılıp varlığa erişmenin bir başka tehdit olduğunu gizli saklı düşünmenin tarifsiz sızısını kalbinde ve aklında taşımaktır vatansız kalmak, ilticaya zorlanmak.
Kollarından ve kalbinden başka hiçbir şeyle koruyamayacağı ailesini toplayıp yollara düşmüş, aç, bilaç, gece, gündüz korkakça değil, himayesindekileri koruyamamanın korkusuyla dermansızca yol kat etmiş bir adamın gözleri söyler, ait olduğu yerden hoyratça koparılmanın ne demek olduğunu.
Aşsız, işsiz kalışa takas edilen hürriyetin, can güvenliliğinin ne büyük bir servet olduğunun menkıbesi yazılmış bir kitabın ön sözüdür o adamın bakışı.
Yastığından ayrılmamış, odasını kimseyle paylaşmamış, bulunduğu şehrin sokaklarında cirit atarken gökyüzüne başını hiç kaldırmamış, bayrağının dalgalanışından hürriyet destanını dinlememiş, silah sesleriyle uyanmamış, canı istediği kadar yiyip, kalanı fütursuzca dökmekten imtina etmemiş, kazandığı paranın helal-haram kaygısını taşımadığından, israfından rahatsız olmamış, kendini görmekten başka bir amacı olmayan, her neye baksa bencil bir varoluş sancısı taşıyan ne bilsin mülteci bir kadının, bir çocuğun, bir adamın gözlerindeki o koyu, o yoğun, o onurlu ancak ihtiyaçlı bakışın söylediğini.
Böyle yaşayanlar bilemez, iltica etmenin ardında harap edilmiş bir vatan, öldürülmüş bir yar, talan edilmiş bir ev, hallaç pamuğu gibi atılmış bir şehir bırakıldığını.
Bilmediklerindendir ki, devlete ödedikleri vergilerin hür bir vatanın sadakası olduğunu kabullenmeyişleri.
Hicret edenlere yardım etmenin insanca, ahlaklıca bir tasadduk olduğunu da bilmezler.
Dinimizin, bizleri bencillikten sıyırıp toplumsal birlik ve bütünlüğün temelini atacak yardımlaşmaya sevk eden sadaka akidemizin, ülkelerin, coğrafyaların üzerindeki kederi, derdi, kötülüğü bertaraf edecek manevi bir dinamik olduğunu, devletin mültecilere yaptığı yardımın vatan için tasadduk olduğunu da anlamazlar, inanmazlar. İnanmayınca, lügatlerinde ne hicretin ne muhacirin ne de ensarın tanımı yoktur.
Bu tanımların anlamalarından bihaber olunca, cennet gibi bir vatanda yaşıyor olmanın kıymeti ne kadar bilinir?
Milli hassasiyetlerini yitirmiş olanlar, hürriyetin sembolü Al Bayrağımızın esaret bilmeyen göklerimizde dalgalanışına ne kadar heyecan duyar?
Dini prensiplerle beslenmeyenler için sınırlarımızı “namusumdur” diyerek koruyan askerilerimizin şehadeti ne ifade eder?
İşte, tüm ihanet çetelerinin FETÖ gibi terör örgütlerinin oluşumu bu soruların cevaplarında saklı…