Linkaj, genetik ile ilgili bir terimdir ve genler arasındaki bağlantıyı açıklamak üzere kullanılır. ABD’nin önemli siyaset ve fikir adamlarından Henry Kissinger bu terimi uluslararası ilişkilere uyarlayarak, “Bize göre, kürenin farklı yerlerinde meydana gelen hadiselerin hepsi birbirine bağlıdır” anlayışını, ABD dış politikasına entegre etmeye çalışmıştır. Soğuk Savaş Dönemi’nde ortaya atılan bu düşüncenin büyük ölçüde uygulamada olduğu söylenebilir.

George W. Bush ikinci kez başkan seçildikten sonra 20 Ocak 2005’te yaptığı konuşmada, “Ülkemizde özgürlüğün bekası, başka ülkelerde özgürlüğün başarısına giderek daha bağımlı hale gelmiştir” ifadelerine yer vermiştir. Her iki alıntı da gösteriyor ki, ABD’nin uluslararası siyasetine herhangi bir sınır koymak mümkün değildir. Dolayısıyla bu bakış açısına göre, uluslararası ilişkilerin klasik iki temeli olan; toprak bütünlüğü ve içişlerine karışmama ilkesi, ABD’nin linkaj ve özgürlük doktrini önünde önleyiciyi bir etkiye sahip değildir.

Napoléon Bonaparte’ın, “Her devlet kendi coğrafyasının siyasetini yapar” görüşüyle, ABD’nin linkaj ve özgürlük doktrini ilk bakışta zıt görünse de, ABD’nin kendi coğrafyasını tüm yerküre şeklinde tanımlaması, bu zıtlığı ortadan kaldırır. Böylece ABD, bütün yerkürede olan biten gelişmeleri yakından takip etmeyi amaçlayan ve bunu aynı zamanda bir araç haline getiren bir dış politika benimsemiştir. Bu doğrultuda Amerikan dış siyasetinde hâkim olan ana yaklaşım, öteki gücün parçalı hale getirilmesi ve olası bir tehdide karşı önleyici tedbirler almak üzerine kuruludur. Bu çerçevede ABD, uluslararası sistemi klasik kuralların çok ötesinde, kendi belirlediği ve uyulmasını şart koştuğu yeni bir sistem üzerinden yönetmeye çalışmaktadır. Kısaca oyunun kurallarını yalnızca ABD belirlemeye çalışmaktadır.

Amerikan idealleri ile Amerikan çıkarlarının iç içe geçtiği ve siyasetin, serbest ekonominin emrinde olduğu bir uluslararası sistemde, Amerikan siyasetinin, tarihi olayları kendi ilkeleri çerçevesinde yeniden yorumlayarak kendine mahsus bir “barış” tanımlaması yaptığı görülmektedir. Dahası yapılan bu “barış” tanımı kitle iletişim araçları ve sinema yoluyla küresel topluma pazarlanmıştır.

Aslında ABD’nin “barış ve güvenlik” tezi, tüm dünyayı bir güvenlik bunalımına sürüklemiştir. “Özgür halkların desteklenmesi iddiası”, ulus devlerde bölünme paranoyalarına ilham verirken, diğer taraftan güvenlik sendromu çerçevesinde silahlanma yarışını artırmıştır. Doğal olarak bu handikap, şişkin savunma harcamalarına sebep olarak, birçok devletin ABD’nin kurmuş olduğu “güvenlik tuzağına” düşmelerine yol açmıştır.

ABD’nin, atom bombası ile başlattığı asimetrik savaş döneminden bu yana kurmaya çalıştığı uluslararası sistemin vaat ettiği kalıcı barışa bir türlü ulaşamaması, büyük umutlarla başlayan Avrupa Birliği yolculuğuna da zarar vermiştir. İnsanlık için evrensel normlar vadeden Avrupa Birliği, SSCB tehlikesini bertaraf etmek için ABD ile girmiş olduğu işbirliğinde, Amerikan siyasetini özümsemiştir. Bu tavır hem Avrupa Birliğini siyaseten 19. yüzyıla geri götürmüş hem de ABD’nin toptancılığına hapsetmiştir.

Böylece Avrupa Birliği’nin başarmaya çalıştığı çokkültürlülüğe dayalı barış mozaiği, husumetin ve çatışmanın ana kaynağına dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca Avrupa Birliği, başladığı yoldan gösterdiği sapmalardan dolayı hızla kendi iç barışını da tehlikeye sürüklemeye başlamıştır. Avrupa Birliği yeniden iç barışını sağlamak adına zaman kaybetmeden çokkültürlülüğü esas alan politikalarına geri dönmelidir. Diğer taraftan da bölgesel ve küresel barışa ciddi bir katkı sağlamak adına Türkiye’yi AB üyesi yapacak adımları hızlıca atmalıdır.