Köyden ilçeye, ilçeden vilayete, vilayetten metropole “hayat büyüdükçe” komşuluk küçülüyor. Şehirler için artık kalıplaşmış serzeniştir; aynı apartmanda oturup birbirini tanımayan, neredeyse hiç ‘selamlaşmayan’ komşular… “Ev alma, komşu al” da nostalji oldu, “komşu komşunun külüne muhtaçtır” da… Hayır, büyümeye ve teknolojiyi elbette karşı duramayız. Eş ve dosta “Şunu bir türlü elinden bırakamıyorsun” diye sızlandığımız akıllı telefonunun içinde postane, pastane, muhtarlık, askerlik şubesi, banka şubesi, lokanta, oyun, her türlü mağaza, okul, kitap, radyo, televizyon vs. olduğunu da akıldan çıkarmamalıyız. Komşu da asansörden inip arabasına biniyor. Tatil gününde çoluk çocuğunu alıp pikniğe, AVM’ye kaçıyor. Elbette; köy komşuları birbirlerinin dertlerini duyarlar. Ama yerleşim yeri kalabalıklaştıkça ‘yalnızlık’ başlar.

Bilmeyi ve tanımayı anlatan ‘komşunun külü’ benzetmesi, dayanışma, ahlaki değerler ve gündelik paylaşımlar ve derin bir ilişki biçimi aslında… Kültürel kodlamalar, insanları kendi düşüncelerine göre bir arada toplarken, artık küresel bir köy olarak dünyada bütün her şey birbirine girmiş vaziyette ve kapılar da ezberlerini ‘koruma’ içgüdüsü ile diğerinin yüzüne kapalı duruyor.

Sosyalleşmenin ‘eşik taşı’ olarak komşuluk, şimdilerde “Biri merdivenden düşse, kimse kapısını açmayacak” kadar geçmişte kaldı. Oysa yürümeye yeni başlayan bebeğin, akrabalarından ziyade ‘ailesi kadar’ gördüğü insanlar için ‘komşular’ deniyordu. Karşı komşusunun adı ve soyadını bir arada söyleyemeyecek çok kişi var artık…

Büyüdüğüm ortamda, yan komşunun ağlayan çocuğu ile dertleniliyordu. Komşuluk anıları anlatılıyor, tekrarlanıyor; herhangi bir yemek yapıldığında ‘kokmuştur’ denilerek, mutlaka yan daire veya karşıdaki eve de götürülüyordu. “Falanca işten ayrılmış, ihtiyaçları vardır” diye o gün evde ne pişmişse, elde avuçta ne varsa paylaşılıyordu. Bayram günleri, apartmandakiler ziyaret ediliyor, misafirlik ve ‘komşuluk bağları’ kuvvetli yaşanıyordu.

Artık kimsenin birbirine acımadığı, beridekinin ötekine yardım etmeyi düşünmediği; soğuk, umutsuz bir dünyadayız. Yalnızlıktan korktuğumuz; ama yalnız kalmaya da çalıştığımız, yalnızlığımızın kendimize yetmediği ve bir türlü bitmediği çağdayız.

Komşuluk can çekişiyor, komşuluk önemini kaybediyor. Taşra hayatında gündelik pratikler için önemli bir yer tutuyor da komşuluk, şehir hayatında biçim değişiyor, sözlükte yazdığı gibi yaşanmıyor. Öyleyse, “İnsanlar komşuluk bağlarının yerine ne koyuyor” sorusu cevap bekliyor. Anladığım kadarıyla; iletişim, ulaşım ve bilişim teknolojileri ile tümüyle değişmiş bir gündelik hayat temposu, dolayısıyla ‘komşuluk’ sürüyor. Geleneksel tanımlarından farklı olarak ‘komşuluk’ çok aktörlü, ancak “belirsizlik” esaslı olarak; çok boyutlu, buna rağmen zaman ve mekândan bağımsızlaşan bir hayat ritmiyle karşımızda duruyor. Sosyal mecralar ile kıtalar arası mesafeler kısalıyor; buna mukabil de ‘kapı komşusu’ uzaklaşıyor.

Artık kimliksiz apartmanlar, kimliksiz evler yapıyoruz. Ayırt edici hiçbir özelliği bulunmuyor yapılaşmaların; mahalleler inşa etmiyoruz. Mekânlar yükseltiyor, yaşamaya başlıyoruz. ‘Ortak hayat’ arayışımız yok; hâliyle komşuluk da yok.

Dolayısıyla ahlaki ve kültürel değerler de nostaljik duygular ile ‘komşuluk ve hemşerilik’ gibi varoluş, ilişki ve dayanışma biçimleri ortadan kalkınca; aynı ölçüde erozyon yaşıyor.

Son tahlilde komşuluk, şehir hayatı içinde ‘ihtiyaç’ duygusu zayıflayan bir ara form olarak gittikçe zayıflıyor, hatta yok oluyor. Tam da bu yüzden komşuluğu, klasik bakışlar, sözler yerine; belki de yeni gündelik hayat içinde, bir ilişki ve dayanışma formatı olarak “sosyal hesaplar” üzerinden güçlendirmek, bağlar kurmak gerekiyor.