Haziran 2017’den beri dünyanın gündemini sürekli olarak, Ortadoğu’da yaşanan yeni siyasi olayların meşgul ettiğini görmekteyiz. İlk önce Katar, ardından Suudi Arabistan ve şimdi Kudüs. Hâlbuki dünya kamuoyunun; Suriye, Filistin ve Yemen’deki iç savaşa, salgın hastalıklara, açlık ve sefalete, ABD-DAEŞ arasındaki ilişkiye ve oluşturulmaya çalışılan yapay Sünni-Şii çatışmasına odaklanması gerekiyordu. Gelgelim dünya kamuoyu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne, büyük ölçüde ABD’nin belirlediği gündemi konuşup, tartışıyor. Bu çerçevede ABD, kamuoyunun kanaatlerini belirleyen, şekillendiren ve yönlendiren kitle iletişim araçlarını, etkili bir silah olarak kullanmaktadır.
Uluslararası kamuoyunun uzun süreden beri, Ortadoğu’da sınırların değişmesiyle ilgili yeni bir sürece hazırlandığı anlaşılmaktadır. Filistin ve Suriye’nin akıbeti, Arap Baharı ve İran tehdidi gibi olaylar, bölgedeki yeni devletleri ve sınırları gösteren haritaların kamuoyu ile paylaşılmasında birer bahane olarak kullanılmaktadır. Yakın tarihe dönüp baktığımızda, Ortadoğu’nun böylesine zayıf ve böylesine parçalanmış olduğunu görmek mümkün değildir. Bu açıdan İsrail’in Kudüs hamlesi, zamanlama açısından oldukça önemlidir. Kudüs’ün başkent yapılması girişimi, Ortadoğu ve Müslüman coğrafyanın kendi derdine düştüğü siyasi bir atmosferde, Filistinlileri daha azına razı olacağı bir çözüme ikna etme düşüncesinden doğmuş olabilir. Her ne olursa olsun, böylesine bir politik girişim, İsrail’e Doğu Kudüs dâhil 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısını yapan Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi kararlarına, dolayısıyla uluslararası hukuka aykırıdır. Trump’ın Kudüs çıkışı, bu açıdan ele alındığında, tartışmasız bir şekilde uluslararası hukuka ve BM kararlarına uymama çağrısıdır.
Kudüs kararı, ABD’nin “evrensel norm oluşturma ve bu sayede küresel barışın tesis edilebileceği” iddiasıyla taban tabana zıt ve bu yönüyle de Birleşmiş Milletler Örgütü’nü aşağılayan bir adımdır. Kudüs hesabı, Ortadoğu ülkelerinin istikrarsızlaştırıldığı, mezhep çatışmalarının tırmandırıldığı, Hamas, El Fetih gibi direniş örgütlerinin gücünün zayıfladığı ve İsrail’in gizli antlaşmalarla Arap dostlar edindiği bir ortamda stratejik bir hamle de olsa, ne meşrudur ne de yasal.
ABD ve İsrail’in Kudüs üstünde, uluslararası hukuka açık bir ihlal olarak ittifak yapması, onları töhmet altında bırakan şu düşüncelere meşru bir zemin oluşturmaktadır. 1) 2009 yılından bu yana Ortadoğu’da ortaya çıkan siyasi, askeri ve toplumsal olaylar, ABD-İsrail işbirliğinin bir ürünüdür. 2) İsrail’in kurulduğu andan itibaren BM kararlarına ve uluslararası hukuka aykırı davranmasını ABD desteklemiştir. 3) ABD, İsrail’in gayrimeşru eylemlerine meşruiyet kazandırmak için terörizmi bir dış politika aracına dönüştürmüştür. 4) Bu amaçla “terör ve İslam eşleştirilmesi” bilinçli olarak kurgulanmıştır. 5) ABD, Ortadoğu barışını, İsrail’in ulusal çıkarına endekslemiştir. 6) ABD’nin iklim sözleşmesinden çekilmesi ve Kudüs kararı, uluslararası hukuku ciddiye almadığını ispat etmiştir. 7) Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde, ABD-İsrail-DAİŞ arasında stratejik bir bağ mevcuttur. 8) ABD ve İsrail, kendi vatandaşlarının can ve mal güvenliğini, Mahmud Abbas’ın ifadesiyle, “radikal örgütlere zemin sunarak” hiçe saymıştır. 9) ABD ve İsrail, uluslararası hukuku, barışı ve güvenliği riske eden “kışkırtıcı bir kriz” siyasetinden beslenmektedir. 10) İsrail ve ABD’nin uluslararası siyaseti, “terör rantı” üzerinden tanzim edilmektedir. 11) İsrail ve ABD, Filistin ve Kudüs’te yalnızca Müslümanların değil, aynı ölçüde Hristiyan ve Musevilerin de haklarına, can ve mal güvenliğine zarar vermektedir.
Sonuç olarak Trump ve Netanyahu, Ortadoğu’da İran düşmanlığı ile inşa edilmiş uyumlu bir mevkiden, Batı kamuoyunun umursamazlığından ve Arap-İslam âleminin birlik oluşturamama olasılığından kuvvet alabilirler ama Türkiye ve diğer ülkeler, hesaplanan bu süreci yukarıda sayılan maddeler kapsamında yürütülecek etkin bir diplomasiyle akamete uğratabilirler.