İsrail, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısından sonra sözde Hamas’ı ortadan kaldırmak ve rehineleri kurtarmak için Gazze’ye yönelik başlatmış olduğu saldırılarda, her türlü insancıl hukuk ve savaş hukukunu yok sayarak yaşlı, kadın veya çocuk demeden sivilleri öldürmüş, sivil yerleşim yerlerinin yanı sıra hastaneleri, okulları, cami ve kiliseleri hatta Birleşmiş Milletler binalarıyla mülteci kamplarını da bombalamıştır.
Bu saldırılarda şimdiye kadar 22 bin civarında sivil Gazzeli hayatını kaybederken yaklaşık 52 bini de yaralanmıştır. Gazze’deki binaların yüzde 60’ı yıkılırken 2 milyona yakın Gazzeli yerlerinden edilmiş ve hâlihazırda nereye gideceğini, sığınacağını bilmeden güneydeki Han Yunus ve Refah civarında olumsuz koşullar altında saldırıların bitmesini beklemektedir.
İsrail’in saldırılarında üç aya yaklaşılırken şimdiye kadar 24 Kasım ile 1 Aralık arasındaki yedi günlük kısa ateşkes süresi haricinde bölgeye insani yardımların ulaştırılmasında zorluklar yaşanmış ve gelen yardımlar da İsrail tarafından engellenmiştir. Gazze halkı bir yandan İsrail’in vahşi saldırılarından korunmaya çalışırken diğer taraftan da temiz su ve gıdaya ulaşamadığından açlık tehlikesiyle yüzleşmek durumunda kalmaktadır.
Tüm bu süre zarfında İsrail’in hukuk tanımazlığına ve Gazze’de sürdürdüğü katliamlara en somut tepki ise ilginç bir şekilde Yemen’deki Husilerden gelmiştir.
Her ne kadar iç savaş ve Suudi Arabistan’ın müdahalesi sonrası Yemen’de henüz taşlar tam olarak yerine oturmamış olsa da defakto olarak Yemen’i idare eden Husi yönetimi tarafından yapılan açıklamada, “İsrail’in Gazze’deki saldırılarına tepki olarak Babu’l Mendeb Boğazı’ndan geçecek İsrail bandıralı veya sahibi İsrailli olan gemiler ile Kızıldeniz’i takip ederek İsrail’e gidecek gemilerin” hedef alınacağı duyurulmuştur.
Bu uyarının ardından ilk olarak 19 Kasım’da, sahibinin İsrailli olduğu ileri sürülen Galaxy Leader isimli kargo gemisi Aden Körfezi’nde zapturapt edilerek Yemen’in Hüdeyde Limanı’na kaçırılmıştır. Bununla yetinmeyen Husiler, aralık ayında da İsrail’e mal götürdüğünü ileri sürdükleri Norveç, Danimarka ve Singapur bandıralı ticari gemilere saldırılar gerçekleştirerek İsrail’in bu hat üzerinden ticaret yapmasını engellemeye çalışmışlardır.
Yaşanan bu gelişmeler üzerine, dünya deniz taşımacılığının yüzde 40’ını ellerinde bulunduran MSC, Maersk ve Hapag-Lloyd gibi şirketler; Uzakdoğu-Avrupa arasında çalışan gemilerini muhtemel tehditlerden sakınmak maksadıyla, Kızıldeniz’den geçmek yerine neredeyse iki kat mesafe ve süreye tekabül etmesine rağmen Ümit Burnu üzerinden Afrika’yı dolaşmayı tercih edeceklerini açıklamışlardır.
7 Ekim’den sonra ABD’nin bölgeye gönderdiği deniz gücünün bir parçası olarak Kızıldeniz’de görev yapan ABD savaş gemilerinin de olaya müdahil olması ve Kızıldeniz geçişi yapacak gemileri, bu hattın güvenli olmadığı şeklinde ikaz ederek rotalarını Ümit Burnu’na çevirmelerini tavsiye etmeleri üzerine bölgede yeni bir kaos yaşanmaya başlanmıştır.
Zira dünya deniz ticaretinde önemli bir kavşak noktası olan ve toplam deniz ticaretin yüzde 12’si ve Avrupa’nın deniz ticaretinin yüzde 40’ının geçtiği Aden Körfezi-Kızıldeniz-Süveyş Kanalı geçişinin güvenli olmadığı şeklindeki haberler, navlun fiyatlarının ve doğal olarak tedarik maliyetlerinin artmasına sebep olmuştur.
Ancak tüm bu haberlere rağmen aynı dönemde Süveyş Kanalı’ndan geçiş yapan gemi sayılarında sadece yüzde 2’lik bir azalma olduğunu açıklayan Süveyş Kanalı Otoritesi, 2 bin geminin kanal geçişini planlandığı gibi sorunsuz bir şekilde tamamladığını ve sadece 55 geminin rotasını değiştirdiğini belirterek aslında bölgede iddia edildiği gibi bir güvenlik sorunu yaşanmadığını ortaya koymuştur.
Keza Husiler tarafından yapılan açıklamalarda da İsrail ile bağlantılı olmayan gemiler için herhangi bir kısıtlama uygulanmadığı hatırlatılarak diğer gemilerin Kızıldeniz geçişlerine müdahale edilmeyeceği tekrar edilmiştir. Hatta bu haberlerden sonra MSC şirketi gemilerinin Kızıldeniz rotasını kullanmaya devam edeceklerini açıklamıştır.
Buna rağmen bu hat üzerinden İsrail’e giden gemilerin varış noktası olan Akabe Körfezi’ndeki Eilat Limanı’ndaki faaliyetlerin yüzde 85 oranında azaldığı ve İsrail’in Uzakdoğu ile ticaretinin büyük oranda durduğu medyaya yansımıştır. İsrail limanlarına ulaşmak için Ümit Burnu’nu dolaşan gemilerin maliyetlerinin artması ve mal teslim sürelerinin uzaması nedeniyle, 7 Ekim’den beri İsrail’e Gazze’deki katliamları için yeşil ışık yakarak suç ortağı olan ABD’nin ve diğer müttefiklerinin bu soruna bir çözüm bulması elzem hâle gelmişti.
Beklenen haber 19 Aralık’ta ABD Savunma Bakanı Lloyd J. Austin’den gelmiştir. Austin yaptığı açıklamada, Aden Körfezi ve Kızıldeniz hattı üzerinde Husilerden kaynaklı tehditleri bertaraf etmek ve bu hattı uluslararası ticarete açık hâle getirmek üzere, ABD liderliğinde ve İngiltere, Bahreyn, Kanada, İtalya, Fransa, Hollanda, Norveç, Seyşeller ve İspanya’nın katılımıyla “Refah Muhafızı” isimli ortak bir deniz gücü kurulduğunu belirtmiştir.
Hatırlanacağı üzere, 2009 yılında bu bölgenin hemen güneyinde Somalili korsanlardan kaynaklanan tehditler nedeniyle AB ve NATO öncülüğünde CTF-151 adında pek çok ülkenin katılımıyla ortak bir deniz gücü kurulmuş olup bu güç faaliyetleri azaltılmış olmakla birlikte hâlen aktif durumdadır.
Bu arada Somalili korsanların, Husilerin sadece İsrail ile iltisaklı gemilere yönelik tehditlerinin aksine hedef ayırt etmeden bölgeden geçiş yapan tüm gemilere tehdit oluşturduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bununla birlikte CTF-151’e gemi göndererek katılım gösteren Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölge ülkelerinin yanı sıra Çin, Pakistan, Malezya, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Brezilya ve Almanya gibi ülkelerin de Refah Muhafızı gücüne katılım göstermemeleri yaşanan sorunun ileri sürüldüğü kadar önemli olmadığını göstermektedir.
Ayrıca Fransa, İtalya ve İspanya’nın bilahare bu güçten çekilmek istemeleri de meselenin görünenden farklı olduğunu düşünmemize yol açmıştır. Zira bu ülkeler, ABD’nin İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik girişimlerine payanda olmak istememişlerdir.
Yani oluşturulan bu yeni deniz gücünün asıl amacının söylendiği gibi uluslararası deniz ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması değil, bilakis İsrail’in güvenliğini sağlamak ve deniz ticaret hattının açık olmasını garanti altına almak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
ABD’nin bu hamleden sağlayabileceği tali faydanın ise bu bölgede konuşlandırılacak deniz gücü sayesinde Çin’in Kuşak-Yol hattının güney koridorunda yer alan güzergâhın kontrol altında tutularak mümkün mertebe geçişlerin IMEC hattına yönlendirme gayesi olduğu değerlendirilmektedir.
Böylelikle hem Çin’in ticaret rotası sabote edilmiş olacak hem de IMEC’in bir an önce hayata geçirilmesi için paydaşlara motivasyon sağlanmış olacaktır.
IMEC rotası üzerinde yer alan ülkelerin İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarındaki pozisyonlarına bakıldığında, bu ihtimalin hiç de yabana atılacak bir iddia olmadığı görülecektir.
Keza İsrail’in Gazze’yi tamamen yıkarak Filistinliler tarafından yeniden iskân edilemeyecek hâle getirilmeye çalışılmasını da IMEC hattının güvenliğini sağlamaya matuf bir çaba olduğunu söylemek absürt olmayacaktır.
Kaldı ki mevcut ABD yönetiminin her türlü görüş ayrılığına rağmen, bu süreçte İsrail’e verdiği koşulsuz destek ve sağladığı uluslararası korumanın da ABD’nin genel politikasıyla uyumlu ama bu projeyle de ilintili olabileceğini düşünmemize yol açmıştır.
Ancak hiç kimsenin hesaba katmadığı bir faktör var ki, o da Hamas’ın henüz yenilmediği gerçeğidir. Eğer İsrail her şeye rağmen Gazze’de Hamas’ı yenemezse bırakın bu planın hayata geçirilmesini, İsrail’in bölgedeki varlığı bile tartışmalı duruma gelecektir.