Son zamanlarda toplumda insanlığın geleceği konusunda kötümserlik yaygınlaşmakta, bazıları da insanların ahlaken gerilediğini ve fesatçı yönlerinin gitgide arttığını düşünmektedir. Kur’an-ı Kerim bu görüşte meleklerin de insanlarla hemfikir olduğunu beliğ bir şekilde açıklamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır[1]:

“Hani, senin Rabbin melâikeye; “Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım” dediği zaman da şöyle sormuşlardı: “Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile tesbih ve takdis edip dururken?” (Allah şöyle) cevap verdi: “Şu kesindir ki, Ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.” (Bakara 2:30).

Peki, insanın günahkâr bir varlık olarak sunulmasındaki bu ısrarın sebebi nedir? Doğmadan bir insanın günahkâr/suçlu kabul edilerek mahkûm edilmesi mümkün müdür?

ÇETREFİL PROBLEMİ ÇÖZEBİLMEK

İslam’ın çetrefil insan problemini nasıl çözdüğünü derinden kavramak için bu konuda sürekli düşünmekteyim. İslam’ın bu probleme yaklaşımını Kur’an’dan öğrenmeye çalışırken önümüzde önce şu âyet-i kerimeyi buluyoruz:

“Vakti geldikçe insana, kâinatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve bizzat kendi iç dünyasında âyetlerimizi göstereceğiz. Tâ ki bu vahyin tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ortaya çıksın. (Buna delil olarak), senin Rabbinin bu şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41:53).

Kur’an’ın yöntemi şudur: Allah, içgözlem ve dışgözlem yaparak Kitab’ın âyet ve hükümlerinin ne kadar doğru ve isabetli olduğuna bütün açıklığıyla şahit olmamızı istemektedir.

Enbiyanın diyaloglarına kulak verdiğimizde söz konusu çetrefil problemin çözümüne giden başlangıç noktasını buluruz. Özellikle de ‘Ebu’l-enbiya; nebilerin babası’ İbrahim aleyhisselamın diyalogunu Meryem Sûresi’nden dinlediğimizde:

“43: “Ey babacığım! İnan ki, sana ulaşmamış olan hakikat bilgisinden bana bir pay ulaşmış bulunuyor; öyleyse bana uy ki, seni dosdoğru bir yola yönlendireyim!”

44: “Ey babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, O rahmet kaynağına isyan eden biridir!”

45: “Ey babacığım! O rahmet kaynağından gelecek bir azabın sana dokunmasından endişe ediyorum; işte o zaman sen de şeytanın bir dostu olursun!”

46: (Babası): “Ey İbrahim! Yoksa sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun?” dedi, “Eğer buna bir son vermezsen, yemin olsun ki seni öldüresiye taşa tutarım! Şimdi kaybol bakayım gözümün önünden!”

Meselenin özü şurada düğümleniyor: Muhalif düşüncede olanı öldürme ya da sürme cezasına sığınmak! Çünkü iç dünyada ve dış dünyada gördüklerini farklı yorumlayanlarla bir arada yaşamaya tahammül yok! Nebiler ile kavimleri arasındaki anlaşmazlığın odak noktası da işte bu idi. Anlaşmazlık problemine iki tarafın mantıksal yaklaşımı çok farklı idi. Kendisini recmederek öldürme ya da sürgüne göndermekle tehdit eden babasına İbrahim aleyhisselam şöyle karşılık vermişti:

“47: (İbrahim:) “Sen sağlıcakla kal!” dedi, “Seni bağışlaması için Rabbime yalvaracağım; çünkü O, bana karşı oldukça lütufkârdır! 48: Artık hem sizden, hem de sizin Allah’ı bırakıp da yalvarıp yakardıklarınızdan uzaklaşacağım; ve (sizin için) Rabbime yalvarmayı sürdüreceğim; umarım, Rabbime duamdan dolayı mahrum olmam.” 49: En sonunda onlardan ve onların Allah’ı bırakıp da taptıklarından uzaklaşınca, Biz ona İshak ve Yakub’u armağan ettik ve onların her birine de peygamberlik verdik; 50: dahası onlara rahmetimizi bahşettik; nihayet onları sadakatin yüksek sözcüsü yaptık.” (Meryem 19:43-50).

Nebilerin tamamı bu yöntemi benimsemiştir:

“13: Sonunda inkârda direnenler peygamberlerine (iki seçeneğiniz var) dediler: “Ya sizi yurdumuzdan sürüp çıkarırız veya bizim inancımıza dönersiniz!” Bunun ardından Rableri kendilerine şöyle vahyetti: “Zalimleri kesinlikle helâk edeceğiz; 14: Onların ardından (boşalan) yere sizi yerleştireceğiz.” İşte bu (mutlu son), Benim mutlak otoritemden ve tehdidimden korkan kimselere mahsustur. 15: Ve (mü’minler) önlerinin açılmasını niyaz ettiler. İnatçı zorbaların tümü ise dünyadan yıkılıp gittiler.” (İbrahim 14:13-15).

İşte bu yüzden son vahiy olarak Kur’an şu kanunu vazetmiştir:

İkrah/zorlama dinde yoktur.[2] Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim tâğutu/putlaştırılmış azgınları reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur…” (Bakara 2:256).

İNSAN GÜNAHKÂR MI DOĞAR?

Peki, insanoğlu günahkâr olarak mı doğuyor? Asla, hayır! Günah ona sonradan bulaşıyor. Bu konunun başlangıç noktası Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirtilmiştir:

“Sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez bir hâlde çıkaran, belki şükrederler diye sizin için işitme, görme ve duyma-düşünme kabiliyeti takdir eden de yine Allah’tır.”[3] (Nahl 16:78).

İnsanın algılamakta hep yanıldığımız ruhi/psikolojik yapısı (nefs), işte bu kadar düzgün, bâkir ve enteresandır. Biz bu temiz yapıyı kirlettiğimiz için sürekli hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Şayet onu temiz tutabilirsek (yahut kirlettiğimizde hemen temizleyebilirsek) işte o zaman kurtuluşa erebiliriz. Zira Allah Teâlâ Şems Sûresi’nde şöyle buyurmaktadır:

“7: İnsan benliği ve onun yaratılış amacına uygun biçimlenişi şahit olsun;[4] 8: ve nihayet insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren (şahit olsun) ki: 9: Kim kendini geliştirip arındırırsa, o kesinlikle ebedî mutluluğa ulaşacaktır;[5] 10: kim de kendini geliştirmeyip (içindeki iyilik tohumunu) çürütürse, o kesinlikle kaybedecektir.” (Şems 91:7-10).

Rasulullah (s) meşhur hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu anne-babası Yahudileştirir…”[6] İnsanı günahkâr ya da kâtil olarak doğduğunu inandıran toplumdur! Ne yazık ki beşeriyet tarihi boyunca insanın olgunlaştırılarak ve ikna edilerek değil de korkutularak itaat altına alınacağı kabul edilmiştir. Çünkü, ikna ederek insana istediğini yaptırmak onun yapısını bilmeyi gerektirir (bilim ise zordur). Oysa baskı kurmak ve kendisine bahşedilen nuru karartmak sadece kas gücünü gerektirir (bu da kolay olandır). İşte böyle bir ortamda yetişen kas gücü zayıf çocuklar güce inanmaya başlıyor! Nitekim güce sahip olanlar delil göstermeye ya da tasarruflarında doğru/dürüst olanı gözetmeye hiç ihtiyaç duymazlar!

İşte böylece bütün bir beşeriyetin kültürel birikimi putçuluk boyasıyla boyanmaktadır. Anne ile babanın birbirlerine karşı davranışlarından başlayarak kadın-erkek ilişkilerinden Birleşmiş Milletler’e kadar bütün hayat kesitlerinde belirleyici olan ürkütücügüç olmaktadır! İşte böylece aile yuvasındaki beşikten Birlemiş Milletler kürsüsüne varana kadar bütün insanlar, toplumlar ve kuruluşlar üçüncü bin yılın başında bile gücü esas almaktadır!

Peki, bu kadar yoğun ve kuşatıcı putçu küresel kültür atmosferinde yetişen çocuğun ‘günah/suç’ olan ile olmayanı ayırt etmesi nasıl mümkün olabilecek? Günah/suçluluk zaaf ve acziyetten kaynaklanır. Gerçekliği esas olmasa da bir vehim ve bir sihir gibi insanı etkisi altına alır. İşte bu yüzden hemen tüm kavimler kendilerine gönderilen elçileri sihirbazlık ve delilikle suçlamışlardı:

“52: İşte böyle! Onlardan öncekiler, kendilerine gelen her peygambere mutlaka “sihirbaz” ya da “mecnun” dediler; 53: yoksa onlar bunu birbirlerine vasiyet mi ediyorlar nedir? Ama hayır, belli ki onlar (da bunlar da bizzat kendileri) Allah’a başkaldırmış azgın birer topluluktular.” (Zâriyât 51:52-53).

BU KOCAMAN BÜYÜYÜ NASIL BOZABİLİRİZ?

Peki, vahyi almalarının üzerinden uzun bir süre geçmiş olması sebebiyle kalpleri katılaşan insanlara yönelik nasıl bir söylem ortaya koymalıyız? İnsanların gözünü boyayan ve onları korkutup dehşete düşüren bu (tarihi ve küresel) devasa büyüyü nasıl bozacağız?

Güce ve baskıya iman ettiğimiz sürece beşeriyetin içine günahkârdan/suçludan başkası doğmayacaktır! İşte ben bu yüzden ‘kuvvet tâğutu’nu/putlaştırılmış gücü reddediyorum! Çünkü ben ‘rüşd’e (doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe) iman etmişim.

Allah’tan bizleri beşeriyetin geleceği hakkında kötümserlikten ve meleklerin dile getirdiği görüntüden kurtarmasını ve “kesinlikle Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim” dediği insanlık aşamasına eriştirmesini niyaz ediyorum.

Çeviri: Fethi Güngör

[1] Not: Ayet mealleri ve dipnotlar, Cevdet Said’in vurgularını en iyi yansıtan meal olması hasebiyle Mustafa İslâmoğlu’nun “Hayat Kitabı Kur’an” isimli meâl çalışmasından iktibas edilmiştir.

[2] Bu ifade dinde zorlamayı kategorik olarak dışlar. Zira tercih etmenin ve seçmenin olmadığı yerde iradeden, iradenin olmadığı yerde dinden söz etmek abestir.

[3] Bu âyet insan sûretinde doğmanın insan olmaya yetmediğini, işitme-görme ve akletme yeteneğini kullanarak insanın beşerlikten insanlığa doğru tekâmül etmesi gerektiğini ifade eder.

[4] Veya ‘mâ’ya ilgi zamiri mânası vererek: “biçimlendiren Allah”. ‘Mâ’ları masdariyye olarak aldık.

[5] Veya fiilin gizli öznesinin Allah olduğundan hareketle: “Allah kimi temize çıkarırsa o kesinlikle mutluluğa ulaşacaktır”. Fakat Kur’an’da geçen her felah, Mü’minûn 1’de olduğu gibi, kulun fiiline bina edilir (Krş: 23:1; 53:32; 4:49). Bu Allah’ın insan iradesine verdiği değeri gösterir. Kaldı ki tercihimiz, ‘men’ ilgi zamirinin iki özneyi de gören konumundan doğan bu çifte anlamı zımnen içermektedir (Benzer bir ibare için bkz: 13:27). Çünkü kendini geliştirip arındıranı Allah temize çıkarır. ‘Tezekkâ’, kök anlamından dolayı “artma, gelişme” mânasını içerir.

[6] Fıtrat hanif dinin esasıdır. Yani insanlığın değişmez değerlerinin kendisinden neşet ettiği saf din fıtrîdir, ontolojiktir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu rivayet ünlüdür: “Her doğan malum fıtrat üzere doğar, fakat ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır ya da Mecusileştirir.” (Buhârî, Cenaiz 29:91; Müslim, Kader 6). İbn Hanbel ve Nesâi’de yer alan metinden Rasulullah’ın bu sözü söyleme gerekçesini de öğreniyoruz. Bir savaşta Müslümanların düşman çocuklarından birkaçını öldürmeleri üzerine Rasulullah buna şiddetle tepki gösterir. Onlar “Ama onlar müşriklerin çocukları değil mi?” diye itiraz edince, “Sizin en iyileriniz de öyle değil miydi?” diyerek bu hadiste nakledilen sözü söyler. Bu aynı zamanda Pavlus Hıristiyanlığının “ilk günah” doktrinine de bir itirazdır. İslâm insanı özünde iyi olarak methetmiş, sapmanın arızî olduğuna dikkat çekmiştir. Burnu, kulağı ve kuyruğu kesik bir anadan doğan yavru hayvan, bu uzuvları tam olarak doğar. Çünkü cismanî fıtratı odur. Annenin eksiklikleri sonradandır. İnsan’ın mânevî varlığı da tıpkı maddî varlığı gibi tamdır. Fakat onda bozulma ve noksanlaşma sonradan müdâhaleyle olur. İslâm, bir üstyapıdır. Altyapısını, Allah’ın insanları yarattığı fıtrat oluşturur. Bu durumda dindarlık, insanın başlangıçtaki kendi tabiatına bir dönüş, ilâhî format olan insani fıtratın farkına varış tecrübesidir. Küfür, şirk, dalalet, nifak gibi manen ve ahlâken düşüş kategorileri ise, fıtrattan uzaklaşması, dolayısıyla kendisine yabancılaşması anlamına gelir.