Kendi varlığını hissedemeyen insana,kötülüğü kopyalatan sisteme karşı çıkmaktır, hesaba çekiş limanına demirlenmek. Dil, hal kıyafeti ile örtüşmüyor.
İnkârlar ve ihtiraslar arasında mekik dokuyan zavallı insan modeli inşa etmekte modern dünya.
Doğruyu, iyiyi, güzeli savunuyoruz ama yaşamıyoruz. İlkelerden bahsedip, çıkar ilişkilerinin mimarı oluyoruz. Ve kendini kaybeden bizler, yorgunluğun, mutsuzluğun ve tatminsizliğin talibi olarak tamamlıyoruz ömrü.
İçimizin güzelliğini, var oluş gayesini öldürüp, menfaat yasalarının zirve yaptığı bir atmosferi soluyoruz. Dil ile ahlakı anlatan, hal ile kekeleyen, huzura erişemeyen insanlar çoğalmakta. Bir yanımız yetimin saçlarını okşayan, diğer yanımız helal lokmayı unutan oldu.
Bir avuç dost ile doğruyu yaşatmak için,ömrünü mücadeleye adayanların, menfaat uğruna dostluğu ezip geçmesi, insanın kendi oluş evini yıkmasıdır. Makam oysa bugün var, yarın yok. Hem ne kadar zengin olursanol, rızkın kadar yiyeceksin. “Hüma kuşu yere düştü ölmedi/Dünya Sultan Süleyman’a kalmadı.” Ve bir türkü vurur bazen yüzünü güne. Özün nefesine sarılıp, kurtulmak isteriz o ruh darlığından. Birbirinin kusurunu deşmeye odaklananlar; örf adet, gelenek ve değer kodlarından uzaklaşmış, süfli yaşam savunucusu olmuşlardır.
Yalan, iftira, riya, gıybet gösteriş ile kendini aşağılayanlar, unutmasınlar tertemiz Anadolu insanın evlatları olduklarını.Tesettüre ilk girdiğim zaman, alnı secdeye değen her Müslüman’ın adı doğruluktu bende. Muhammed’ül–Emin diye anılan bir peygamberin ümmeti, sadakat ve doğruluğun rehberi değil miydi? “Çünkü o Allah’ a inanır, müminlere güvenir” (Tevbe Suresi 61. Ayet.) Yaşadığımız hayatın özeti güvenden geçer. İnsan, imanı ve değerlere tutuşu ile güçlüdür. Üzerimize kâbus gibi çöken, benliğimizi silen, bizi kendimiz ile hesaplaşmaktan uzaklaştıran nefis köleliğine son vermezsek, yeni neslin içindeki boşluğu dolduramayız.
Şiirin, öykünün, sinemanın üzerimizdeki ölü toprağı kaldıracak kadar tesirli olması gerek. Kalemin gönülleri, anne duası gibi işlenmesineöyle çok ihtiyacımız var ki. Minderli evlerin, yün kazak ören annelerin, odun taşıyan babaların doğruları ile ısıtmak istiyoruz içimizi.
Yani biz huzuru ve insanca yaşamı geri çağırıyoruz. Evet, ekranlarda dil ve hali birbirine muhalif kılmayacak “Çağrı”gibi filmler ile ruhun dirilişini ikram etmek istiyoruz kendimize. Yönetmenliğini Mustafa Akkad’ın yaptığı,İslamiyet’in doğuşunu konu alan “Çağrı” 1976’da çekilmiş şah bir film olarak yerleşmiştir belleklere.
Bilal-i Habeşi’nin ezan sahnesi ve filmin atmosferi o doğuş sesi,kalplere dirilişi mühürlemiştir. Yıl 2019 dijital çağda hala bu nitelikte, sarsıcı bir filmin ekranlarda olmaması şaşırtıcı. Kendini hesaba çeken insan çağrıyı duyabilmeli ki, üzerlere yapışmış ihanet, vefasızlık ve adaletsizlik ortadan kalksın.
Bugünün penceresine, Montaigne’in şu sözünü bırakıyorum: “Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder. Çünkü her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır…” Selamlar…