Biz dünyadan haberdârız, dünya bizden niye haberdâr olmasın?
En estetik, en güçlü görsellerle mutfaklarından ticarî hayata, spordan sanata, metafizikten gerçek hayata, kâinatın muhteşem karelerinden insan hallerine kadar pek çok alanı kendi imge ve sembolleri ile dünyaya servis eden Hristiyan ve Yahudi ülkeler, küstah bir fütursuzlukla midemizi, zihnimizi, kalbimizi ve ruhumuzu besleyen kaynakları bâtıl ve illegal simgeleriyle işgal ediyorlar.
Ve dahası, bu işgalin ne oluşundan, niteliğinden bîhaber yavrularımızın bilinçaltını ipotekliyorlar.
Kendilerine ve kendinden olana hazırlık yapmanın keyfini çıkararak, “moda” adı altında sembollerini yılışık bir arsızlıkla ülkemize (İslâm ülkelerine) servis ediyorlar.
Önce sembollerini göç ettiriyorlar ki, kendileri göç ettiğinde yabancılık çekmesinler, geldiklerinde bulduklarını ikna etmekte zorlanmasınlar. Ülkelerine göçürürlerse bizden birilerini, onların ülkelerine gidenlerimiz tehdit oluşturmasınlar…
“Sen, kandili bile görmeyen kör! Kandille neyi göreceksin?” Böyle diyor Şeyh Sadi-i Şirazî…
Evet, tuhaf bir körlük içindeyiz!
Aslında bu bir körlük mü, ayıkamadığımız bir dünyaperest sarhoşluk mu, bilemiyorum.
Hayat prospektüsümüz olan İlahî Vahiy rafta imanımıza dair, bayrağımız gönderde vatanımıza dair bir kandil gibi şavkını haykırıyor.
Kandil elimizin altında, ancak önümüzü görmez bir karanlığı bile isteye kuşanıyoruz.
Biz kandilli karanlığımızın koynunda uyuyoruz da, düşman uyumuyor!
Dünyanın her yerini, her alanı, o “her şeyi gören tek göz” ile kontrol altında tutuyor.
Yetmiyor, sembolleri ile sessiz bir bombardımanla bizi en hassas yerimizden vuruyor.
Bize dokunmadan, müdahale etmeden, sadece dönüşüm sembollerini servis ederek, sunarak, algılarımızla oynayarak, hipnoz edilmişçesine uyutarak imanımızı kemirmeye sevk ediyor.
Elimizde, yanımızda yöremizde kandil ile önümüzü görmez hâle getiriyor.
Ezber adımlarımıza çocuklarımızı, gençleri, sevdiklerimizi de “Uygun adım, marş!” komutu ile dâhil ediyoruz.
Kandili görmezliğimizle neyi göreceğimizin şerhini de Şirazî işte böyle düşüyor!
Evet, her fırsatta yeni neslin ne kadar duyarsız, şuursuz, hoppa ve savruk olduğundan dem vurmaktan yorulmuyoruz.
Gençleri eleştirerek kendimizi temize çekmenin sahte itminanını kuşanmaktan da utanmıyoruz. Hiç sormuyoruz bu gençlerin böyle olmalarının sebebinde ne kadar payımızın olduğunu. Çünkü kendi sorduğumuz soruya vereceğimiz cevaptan hiç memnun kalmayacağımızı biliyoruz.
Zaten körleştirilmiş algılarımızla ve büyük bir açlıkla ya moda takibindeyiz yahut “Benim olmadı, evlatlarımın olsun” nakaratıyla çocuklarımıza alıyorken kendimize aldığımızı, onları okutuyorken kendi olmak istediğimiz kariyere (uysun, uymasın) yavrularımızı mahkûm ettiğimizi hep inkâr ediyoruz.