Dili, insanın kimliğidir. Kimliği ve kişiliği ile dili arasında çok sıkı bir bağ vardır insanın.
Kavramlar çok önemlidir, isimler ve isimlendirmeler çok mühimdir, dolayısıyla tanımlamalar hayati derecede ehemmiyetlidir bir insan ve bir millet için.
Bir insanın inançları, değerleri, kıymet verdikleri, nasıl bir hayat yaşayacağını belirler; bunlar doğrultusunda hayatını sürdürürken kelamından ve kaleminden sadır olan kavramlar da onun hayatı, dünyaya bakış açısı hakkında ipucu verir.
Bir milleti yozlaştırmak, değerlerinden koparmak, hatta yok etmek için ilk yapılan operasyonlardan biri de diliyle oynamaktır. Bir milleti tarih sahnesinden silmek için dilini değiştirmek, fakirleştirmek; kavramlarını itibarsızlaştırmak ve unutturmak, günümüzde emperyalist Batı dünyasının diğer milletlere uyguladığı işgal yöntemlerinin başında gelmektedir.
Bizim dilimizle de ciddi anlamda oynadılar, dünyanın en zengin dillerinden biri olan dilimizi fakirleştirdiler, kavramlarımızı ya unutturdular ya da iyice itibarsızlaştırdılar.
Hele kimliğimizi, kişiliğimizi, inançlarımızı, değerlerimizi ifade eden kelimeleri öyle bir itibarsızlaştırdılar ki o kelimeleri kullanmaya ar eder olduk, kullananlara da hoş gözle bakmaz olduk.
“Kamus namustur.” diyor ya Cemil Meriç… Dil, gerçekten bir milletin namusudur. Dil bozulunca gelenekler bozuluyor, örf bozuluyor, âdetler bozuluyor, millet bozuluyor. Dilden başladı bozulma… Bu bozulma topluma sirayet etti, yadırgadığımız birçok şeyi yadırgamaz olduk ve zamanla kanıksadık.
Önce “ar, namus, hayâ” kavramları itibarsızlaştırıldı, sonra bu kavramları kullananlar ve bu kavramları önemseyenler… “Utanma” duygusu olan insanları, öz güveni eksik olarak nitelendirdiler; ne kadar arsızsa bir insan o kadar makbul görüldü ve rol model olarak insanların önüne konuldu. İlk başlarda utanma duygusunu yitirmiş, arsız bireyleri yadırgardık en azından; zamanla kanıksadık arsızlığı ve utanmazlığı…
Hiçbir şeyden hayâ etmeyen, edep nedir bilmeyen insanlar sardı dört bir yanımızı!.. “Edepsiz edebiyat olmaz.” demiş eskiler ya edebiyat diye önümüze konan öyküler, romanlar, filmler yoluyla edepsizliği bir marifet olarak empoze ettiler topluma. Kısacası edepsizlik edebiyatla başladı ve yayıldı zaman içinde… “Kadınlar roman okuyabilir mi?” diye tartışılırken “Kadınsız edebiyat, sanat olmaz.” noktasına geldik. Sözde kadın haklarını savunucuları ise kadının cinsel obje, meta olarak kullanılıp bir tüketim malzemesine dönüştürülmesine isyan edecekleri yerde meseleyi kadının özgürleşmesi, çağdaşlaşması olarak görüp arsızlaşmayı, edepten uzaklaşıp ahlaksızlaşmayı çağdaşlığın bir gereği, geçmişten intikam almanın aracı hâline dönüştürdüler!..
Bozulan dünyayı, insanlığı yeniden düzelteceksek önce dilimizi, kavramlarımızı düzeltmeli; dilimizdeki yozlaşmayı ortadan kaldırmalıyız!..
Dilimize “ar, namus, hayâ, edep, ahlak” kavramlarını yerleştirip bu kavramlara eski itibarlarını iade etmedikçe milletin düzelmesi, insanların bu kavramların gereğini hayatında uygulaması mümkün değildir.
Sizce de kamus namus değil midir?