“Dinlerin vazettiği ahlaki değerler sistemlerinin geldikleri zaman dilimi içinde var olan kurulu düzenleri rahatsız ettiği yapılanmaların gücünün el değiştirdiğinde mevcut erk ile karşı karşıya gelmesi ve hatta çatışması kaçınılmaz olagelmiştir. Bu sadece dinlerde değil ideolojilerde de aynı sonucu vermiştir.”
Sözlükler son derece mühim eserlerdir. Kelimelerin hikayelerini görmek, yaptığı çağrışımların izini sürmek bir yana, okuyan-yazan herkesin ‘nedir’ sorusunun cevabını vermek adına muhakkak başvurması lazım gelen önemli kaynaklardır lugatler. Meselenin önemine binaen Cemil Meriç’e atıfla “kamus namustur” başlığını taşıyan bir yazı kaleme almışlığım vakidir.
Bu bahis başlı başına tartışılacak, irdelenecek üzerinde derin tahliller yapılacak bir önemi haizdir ama burada bir girizgah olarak ifade etmeye çalıştığım şey, az sonra aşağıda izaha çalışacağım siyaset ve din bağlamındaki yazıma kaynaklık teşkil etmesi bakımından başvurduğum Mehmet Doğan’ın kaleme aldığı sözlük çalışmasında sözü geçen tanımlara verdiği/topladığı anlamlardır. Genel itibariyle ezberler üzerinden kullanageldiğimiz lafızların anlamlarını, sözlükteki karşılıklarını bilmek büyük bir zarurettir.
Mehmet Doğan siyaset maddesinde şunları yazmış: Bir işi gözetme. Halka ait işleri gözeterek yolu ve usulünce yürütme, politika. Devlet idaresi, idare. Bunun haricinde dört tanım daha var aynı maddede. Yine din maddesine bakıldığında ise şu ifadeler yer alıyor: Allah tarafından konulan ve vazifelendirdiği peygamberler vasıtasıyla akıl sahibi insanlara tebliğ edilen, onlara dünya ve ahirette saadet yollarını gösteren sistem. İslam, Müslümanlık. Allah’a iman ve ibadet konusunda tutulan yol. Hayatın nasıl yaşanacağı hususunda benimsenen düşünce, inanç, ilke, değerler toplamı. Ve yekunda 16 farklı tanım…
Bugünün en hararetli meselelerinden biri olan din-siyaset ilişkisini literatür düzleminde anlamakla beraber üzerine söylenmiş şeylerin de altı ve üstüyle bilinçlerimizi şekillendirdiği muhakkak. Çağın diliyle konuşursak, yönetişim sanatı olarak ifade edilen şeydir siyaset. Kuşkusuz Aristo’dan İbn Haldun’a ve günümüze kadar üzerine pek çok yorum yapılmıştır hakkında. Aristo; sosyal olmayan siyasi olmayan bir zat ya insan üstüdür ya insan altıdır der. O, insanın sosyal bir varlık olması hasebiyle başkaları ile iletişim kuran bir yapıda olduğunu, dolayısıyla da siyasetin irili ufaklı boyutlarıyla bir şekilde kendiliğinden doğduğunu ifade eder. Siyasetin insanların kendilerini yönetmek için bir zorunluluk olduğunu iddia eden Aristo toplumsal varlıkların siyaset ile yukarıda zikredilen iletişim kurma becerisi mucibinde siyasetin her yerde olduğunu söyler.
Meseleye eğilirken evvela bizim dışımızda din siyaset ilişkisinin nasıl geliştiğine göz atmakta fayda var. Yahudi ve Hıristiyan gelenekleri nasıl bir bağ kurdu siyasetle, toplumlara nasıl sirayet etti gibi suallerin cevabı arayalım.
DİNLERİN POLİTİK TARAFLARI
Dinler sadece ahlaki birtakım normlar ortaya koymaz. Hepsinin karakteristik özelliği aynı zamanda tanzim edici, regüle edici bir yanının olmasıdır kuşkusuz. Örneğin Hz. Musa’nın (a.s.) Yahudileri alıp götürmesi ve Filistin’e gitmeleri, ulaşmaları pekala siyasi boyutu olan bir eylemdir. Ya da günümüzde İsrail’in meclisinden Ortodoks Yahudiliğin dışında bir kanunun geçmemesi tesadüf olmasa gerektir. Keza Hıristiyanlık tecrübesinde de benzer unsurları görmek mümkün. Hz. İsa’nın (a.s.) sadece vaaz veren bir peygamber olmadığı tarih sayfalarında kayıtlıdır. Roma işgali altında bir beldede ‘Tanrının Krallığını’ anlatırken aynı zamanda Yahudiliğe de eleştiri getiren İsa Peygamber, mevcut yerleşik düzen için bir tehdit olarak algılanmıştır; zira ortada ciddi bir kurumsallaşma vardır. Nihai kertede Romalı yetkililer ve Yahudi din adamlarının Hz. İsa’yı çarmıha germelerinin altındaki gerekçeyi dini ve siyasi olarak değerlendirmek hiç de yanlış bir yargı olmaz.
Bilinen hikayedir; rivayete göre Tanrı Krallığını anlatan Hz. İsa’ya, bu krallığı mevcut dünyaya ilişkin bir krallık olarak anlayan Yahudilerin gelip, vergileri kimin toplayacağı sorulunca İsa Peygamber’in “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” dediği söylenir. Sadece bu bile siyasi bir söylem olarak değerlendirilebilir.
Yaklaşık üç asır boyunca yeraltında mensuplarının toplandığı, yaşamaya çalıştığı bir inanç olan Hıristiyanlığın 300’lü yıllardan itibaren İznik Konsili ve Roma’nın, yani
yöneten iktidar aygıtının resmi din olarak kabul etmesi arasındaki farkı ne ile izah edebiliriz? Baskı gören din mensuplarından baskı unsuruna dönüşen ve fakat başkalaşan bir inanç. Bu aynı zamanda bizim inancımıza göre iktidar gücünün o tahrif edilmiş inanç/din üzerindeki dönüştürücülüğünün bir göstergesi hükmündedir.
Dinlerin burada genel kullanım hasebiyle, anlaşılabilmek adına dinler ifadesini kullanıyorum vazettiği ahlaki değerler sistemlerinin geldikleri zaman dilimi içinde var olan kurulu düzenleri rahatsız ettiği yapılanmaların gücünün el değiştirdiğinde mevcut erk ile karşı karşıya gelmesi ve hatta çatışması kaçınılmaz olagelmiştir. Bu sadece dinlerde değil ideolojilerde de aynı sonucu vermiştir. Her ne kadar dini anlamdan soyutlayarak kavramlara yeni anlamlar yüklense de ki bu kavramların sekülerleşmesidir dini terminolojide gördüğü işlevi karşılamıştır. Mesela adalete, çalışmaya/çalışkan olmaya, hürriyete, hakka verilen anlam bu ideolojiler dünyasında en az Tanrı kavramı kadar önemlidir, kutsaldır.
İTİRAZ, TEHDİT VE GERİLİM
Var olan düzene karşı itirazınız varsa ve bu itirazlarınızı birtakım argümanlarla besleyip bir iddiaya dönüştürüyorsanız/dillendiriyorsanız orada siyasi bir gerilim olması gayet doğaldır.
Din ile siyasetin kesiştiği yerlerde doğan yeni anlayışların bu iki kavramın birbirine nasıl etki ettiğini görmek ve somut sonuçlarına dokunmak adına önemli örneklikler mevcuttur. İngiltere’yi Roma Katolik Kilisesi’nden yalıtarak tamamen İngilizleştiren ve Anglikan Kilisesi’ni kuran VIII. Henry’nin uyguladığı merkezileştirme politikaları oldukça çarpıcıdır bu anlamda. Kilisenin mal varlığına el koyan kral, merkezi otoriteyi güçlendirmiş, Protestan ahlakının/ Lutheryan etiğin gelişmesiyle oluşan rasyoneliteyi yaymaya çalışmıştır. Keza aynı çaba Rus Çarı Petro’da ve bizde ise II. Mahmut’ta da görülür. Özellikle vakıflar nezaretinin kurulması, vakıf gelirlerinin merkezileştirilmesi, siyaset hayatından etkili olan ulemanın göreceli gücünü kurulan mühendishaneler marifetiyle kaybetmesi, yani bilgi üretiminin dini boyutun dışına taşırılması buna misal olarak verilebilir. Eski gücünü kaybeden Osmanlı’nın vergi toplama sisteminde değişikliğe gitmesi ile infak gibi birtakım yerleşmiş terimlerin kavramsal erozyona uğraması da buna eklenebilir.
BİZDEKİ DURUMUN ÖZETİ
İslam dünyasına, Osmanlı özelinden kalkarak günümüze gelirsek eğer, karşımıza inişli çıkış bir grafiğin çıktığını görürüz. Bu aynı zamanda batıdaki din ve siyaset ilişkisinden farkın ne kadar büyük olduğunun da bir delili hükmündedir. Tahrif edilen inançların din adamlarının keyfiyetiyle şeriatsız/hukuksuz kaldığı zaman dilimlerinden geçerken, Osmanlı’nın bu hukuk müktesebatının ve tecrübesinin koruyucusu ve taşıyıcısı olduğunu söylemek zorundayız. Her ne kadar iç tartışmalar olsa da oldukça dinamik bir şekilde dinin hayatı tanzim edici yönünü, hayatın her alanında ve hem de oldukça pratik bir şekilde hissetmek mümkündü. Otorite ile dinin kesiştiği alan olan ulemaya bakış ise her zaman devlete mesafeli olmak gibi bir durumu zaruri kılıyordu. Bir yandan da ulema defakto olarak iktidarın mütemmim cüzü olmuştur. Şüphesiz tarih içinde istisnalar, saray uleması isnadı ile hoş görülmeyen kişilikler vardır ancak devlet ile ilişki kurma bağlamında topluma
da yansıması bakımından din adamlarının işlevi oldukça hayati bir önemdedir. Devlet için en önemli meşruiyet kaynağı olan din toplumsallık açısından da aynı kıymeti ifade eder. Yukarıda zikrettiğim iç tartışmalar pratik hukukun güncellenmesine dair bir tartışmadır ki günümüze kadar gelmiştir.
İslam’ın devletler kuran ve kurulan devletleri bir sabite üzerine bina edilmiş ama değişkenlikleri de barındıran normatif bir sistemle idare etme tecrübesi kuşkusuz batının sekülerleşme öyküsünden farklı bir bağlamda ele alınmalıdır.
Cumhuriyet Türkiye’si halkın yönetime katılımı bakımından farklı bir yolu açması bakımından bugünün dünyasına uyum açısından bir kırılmadır elbette. Bununla beraber 1946’ya kadar din ile sıkı bir ilişki kurmaklığıyla kendini tanımlayan halkın, siyasette aktif olmasını sağlayacak ortam oluşturulmadı. Bu durum resmi kurucu iradenin bir otoriter politikasıydı. Çok partili siyasi yaşama geçildiğinde ise kısmi bir esneme durumu hissedilir olmuştu demekle yetinmek durumundayız. Zira yine bu dönemde de toplumun kendi değerler sistemini yahut motivasyonlarını dillendirebileceği bir politik alandan söz etmek mümkün değildi. Türkiye ölçeğinde din-siyaset ilişkisini Erbakan örneği üzerinden okumak sağlıklı sonuçlara götürebilecek verilerle doludur. Zira bu öncesi ve sonrası olarak ayrılabilecek tam bir kırılmayı ifade eder. Pozitif ve negatif yönleriyle dinin siyasal hayata bir şekilde girdiğini ve hem toplumu ve hem de üst yapıyı usulca dönüştürmeye başladığını bu resimde görmek mümkündür. Hem gelir grupları noktasında farklılıklar arz eden kitlelerin karşı olmak ya da yanında durmak şeklindeki iştiraki ve hem de söylem eylem bütünlüğü içinde toplumun temel motivasyonlarının idareye taşınması bugünün Türkiye’sini oluşturan ana amillerdir demek mümkün. Son bölümde güncel tartışmalara kapı aralayan bir yön var. Esasen başlı başına bir çalışmanın konusu olacak bu bölümde bu kadarıyla iktifa ederek bitirebiliriz.
Netice itibariyle dinin,bugün her ne kadar Yahudilik ve özellikle Hıristiyanlık için siyasetten uzak bir görüntü verdiği söylense de asgari düzeyde, kültürel olarak hem Kıta Avrupa’sının ve hem de Amerika’nın önemli unsurlarından biri olduğu kesindir. İslam özelinde bakıldığında ise daha dinamik toplumsal yapısı ve her nevi hukuki dinamizmi ile siyaseti belirleyen ana etmenlerden biridir. Tarih boyunca dinlerin siyaset ile olan iç içeliğinin değişik seyirler izlese de sadece etki alanı bakımından farklılıklar arz edeceği kanaati oldukça güçlüdür.