Kıymetli dostlar;
Her zaman olduğu gibi öncelikle sizleri selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum. Hafta sonu İstanbul’da çok güzel bir kar yağışı vardı. Payitaht sanki gelinlik giymiş mutluluktan gözyaşlarını tutamayan bir gelin edası ile her bir yerden ayrı gülümsüyordu bize. Boğaziçi kar yağışıyla beraber kıyıya vuran dalgaları ile seslenirken. Eyüp Sultan’da Karyağdı Baba Tepesi’nde dualar yükseliyordu arşa. Bir yanda ezan sesleri ile özgürlüğün keyfini süren Ayasofya diğer yanda Üsküdar’dan ziyaretçilerine dua eden Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri…
Ne güzel söylemiş şair Cahit Sıtkı Tarancı;
“Bir rüya görür gibi gözümde sevinçler var.
Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar, kar, kar;
Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar.
Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar, kar, kar…”
Vaktimizin çoğunu evde geçirdiğimiz bugünlerde eğer size eşlik edecek güzel bir esere denk gelirseniz, Payitaht’ı okumak, Payitaht sokaklarında gezmek kadar keyif verebilir insana… İşte geçtiğimiz hafta da evde olmama rağmen sanki her okuduğumda yeniden bir şeyler keşfettiğimi düşündüğüm Türk İslam Tarihi’nin nadide isimlerinden biri, Merhum Semavi Eyice’nin tabiri ile kültür hizmetçisi, memleket sevdalısı, Eski Kültür Turizm Bakan Yardımcısı merhum Prof. Dr. Haluk Dursun hocamın kaleme aldığı İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabını yeniden okuma fırsatı buldum. (Rahmet olsun) Yine her seferinde olduğu gibi farklı duygular içinde yeni şeyler keşfettim. Hele o her kısmın sonunda yer alan “Meraklısına Notlar” kısmı var ya gerçekten İstanbul meraklısına özel düşülmüş notlar gibi kendini özel hissettiriyor insana. İşte hafta sonu İstanbul’un o bembeyaz örtüsü altında merhum Haluk Dursun Hocamın anlatımı ile İstanbul sokaklarındaydım. Haydi gelin bugün sizlerle birlikte Haluk hocamın manevi eşliğinde İstanbul’da yaşayalım…
Boğaziçi’nde güzelce bir semt: Anadolu Hisarı
Sabah namazını kıldıktan sonra sıkıca giyindim ve evden çıktım. İçimden bir ses bembeyaz örtü altında Boğaz havası diyordu ama her şeyi akışına bırakmıştım. İçimden geçenler dua niyetine geçti sanırım rastgele açtığım 117. sayfada Anadolu Hisarı’nı anlatıyordu Haluk Hoca;
“İstanbul’u ve Boğaziçi’ni belli bir sıralamaya göre gezmek isteyen birisi ilk olarak Anadoluhisarı’nı görmelidir. Bu tercihin haklı olduğunu gösteren birçok gerekçeler sıralanabilir. Bu gerçekler şunlardır: Anadolu Hisarı Türklerin Boğaziçi’ndeki ilk dayanakları, Güzelcehisar Kalesi ilk eserleri, Göksu mezarlığı ilk Türk kabristanıdır. Anadolu Hisarı’nda Boğaziçi’nin bir zamanlar en güzel dereleri, kasrı, en şirin meydan çeşmelerinden biri, birçok anıt çınar ağacı, en eski yalısı en eski namazgâhı bulunur. Milli mücadele topyekûn olarak Kuvay-i Milliye’ye katılıp en çok gayret gösteren İstanbul semtlerinden birisi olmuştur.
Haydi gelin isterseniz bu kadar sebep saydıktan sonra ‘Gidelim Göksu’ya bir âlem-i âb eyleyelim.’ diyerek bu güzel Boğaziçi köyünü bir yakından görelim, cangözüyle inceleyelim.”
İnceleyelim incelemesine ama buraların bu hoş güzelliğini yaşarken içim bir burkuluyor aslında. Güzelcehisar derlerdi buralara bir zamanlar, buradaki hisarın güzelliğinden dolayı. Ancak Boğaziçi’ne ilk defa bir tepeden bakan padişah olma özelliğine sahip olan Yıldırım Beyazid döneminde yaptırılan bu hisarın büyük bir kısmı 1928 yılında Belediye Başkanı Emin Paşa (İstanbul’un Cumhuriyet döneminde atanan ilk Belediye Başkanı Emin Erkul) tarafından yol geçirmek için yıkılmıştır. Birbirinden çok ne tarihi eserlerimizi kurban vermişiz yola değil mi?
Peki, sadece hisar mı yola kurban giden? Otağtepe ve Küçüksu yakınlarında namazgâhlar, yine Küçüksu yakınlarında bir zamanlar halkevi, düğün salonu olarak da kullanılan III. Selim döneminde yaptırılan ve günümüze gelemeyen cami ile beraber Göksu mezarlığının bir kısmı da bugün göremediğimiz eserler arsında sayabiliriz.
Anadolu Hisarı, Güzelcehisar, Küçüksu Kasrı, Mihrişah Sultan Çeşmesi, tarihi Göksu Mezarlığı, Göksu Deresi, Muhaşşi Sinan Camii derken son olarak Haluk Hoca’nın tavsiyeleri ile güzel bir tarihi çınar yolculuğuna çıktım. Anadolu Hisarı’nın en büyük çınarlarından birisi olan Kıbrıslı Yalısı’nın hemen arkasındaki 9.60 m çevresi olan çınarı, Bahriyeli Sedat Bey Yalısı’nın arka bahçesindeki çınarı, Otagtepe’deki fıstıkçamı, Kanije sokağındaki büyük çınarı derken epey bir yorulmuşum. Biraz soluklanıp çayımı içerken çantadan kitabımı çıkardım ve yeni rotam için rastgele bir sayfa daha açtım.
İstanbul’un Safranbolu’su
Sayfayı açar açmaz içim bir sevinç kapladı. Şimdi sokak sokak, mahalle mahalle, bir zamanlar ahşap konakların, köşklerin, cumbalı evlerin sıra sıra dizildiği Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örneklerini göreceğimiz eski İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Tabiri caizse eski İstanbul’dan bize kalanların izini süreceğiz birlikte.
Anadoluhisarı’nda birkaç konak ziyaret ettikten sonra Çengelköy, Kandilli ve son olarak Beylerbeyine geçtim Beylerbeyi Sahilindeki yalılarla, Boğaz’a dikey inen birçok sokakta inatla eski İstanbul ruhunu koruyan ahşap evleri, köşkleri görünce eskiye doğru dilimde türkülerle bir yolculuğa çıktım istemsizce.
Oradan Avrupa yakasında geçtim. Burada İlk durağım İstanbul’un Safranbolu’su diye tabir edilen Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii ile taçlandırdığı Süleymaniye bölgesi olacak. Öğle Namazını Süleymaniye Camii’nde kılıp Hacer-ül Esved’in bir parçasına selam verdikten sonra Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Sinan Türbelerinde duamı edip civarda dolaşmaya başladım. Bir zamanlar konakları ile meşhur olan ve 1980 li yıllara kadar bu özelliğini korumaya çalışan bu semtin o meşhur konaklarından şimdilerde çok fazla kalmamış. Muhtemelen 2000’li yılların başında başlayan sahip çıkma çalışmaları olmasaydı şuanda gördüklerimizi de kaybedecektik. Kirazlımescit sokak ve onun etrafındaki sokaklarda bu evlerden kalan örnekleri az da olsa görebiliyoruz. İstanbul Üniversitesi tarafından restore edilen konakların yanında bugün butik bir otel olarak kullanılan Hayriye Hanım Konağı ’da Osmanlı sivil mimarisinin zarafetini hala yansıtmaya devam ediyor.
Süleymaniye’den Zeyrek’e geçtim. En azından orada bulunan evlere şimdilerde geç kalınmış olsa da Fatih Belediyesi’nin sahip çıktığını görünce mutlu oldum. Aslında vakit olacak, Göztepe, Üsküdar, Büyükdere, Tarabya, Emirgan, Bebek, Arnavutköy’deki örneklerin hepsini tek tek gezeceksin diye içimden geçirirken kendimi Eyüp Sultan’ın o eşsiz manevi atmosferinin içinde buldum. İşletmeye çevrilmiş birkaç konağı yakından inceleme fırsatı buldum burada. Her birinin birbirinden farklı özellikleri vardı. Hepsi aynı gibi görünüyor ancak her biri ayrı duyguları anlatıyordu bana. Yorulmuştum artık dönsem mi devam etsem mi diye düşünürken Sultanahmet’e çevirdim rotamı. Namazı Ayasofya’da kılma niyetindeydim. Bir yandan buradaki eşsiz konakları inceliyor bir yandan da Sultanahmet’in ve Ayasofya’nın heybetinin etkisi ile olacak ki soruyordum kendi kendime: “Çağalara meydan okuyan ibadethanelerini, kıyamete kadar yaşayacak şekilde inşa eden bu insanlar acaba kendi yaşadıkları evleri neden ahşaptan inşa etmişti?”
Louvre Müzesi’nde ne var
Çok keyifli bir günü geride bırakmak üzereydim. Topkapı Sarayı ve III. Ahmet Çeşmesi tarafında yer alan padişah türbelerinin olduğu tarafa doğru ilerledim. Adım attığım her yerde ayrı bir hikâyenin izleri ile karşılaşıyor ancak hikâyelere dalmamak adına havanın soğukluğunu hissederek türbelere doğru hızlı adımlarla ilerliyordum.
Türbeleri ziyaret ederken II. Selim türbesinin önünde bir duraksadım derin bir “ahh” çektim. Bu türbe İstanbul türbelerinin en güzellerinden olup, mimarlık tarihinde çağ açan Mimar Sinan’ın yaptığı 18 türbeden bir tanesidir. Türbenin dışı tamamen mermer kaplı, kare planlı, çifte kubbeli ve sekiz köşelidir. Türbe yapı itibarı ile bir nebze Kanuni Sultan Süleyman Türbesini andırmaktadır. Giriş kapısının iki yanına beyaz zemin üzerine mor, kırmızı, yeşil, mavi çiçek desenli çini panolar yer almaktadır. Bu çiniler 16. yüzyılın en güzel çini örneklerindendir. Ancak girişte çinilere dikkatlice bakıldığında sol taraftaki çini panonun sağ taraftakine göre daha soluk bir renge sahip olduğunu görürsünüz. Çünkü sol tarafta yer alan bu çiniler Türbeye ait gerçek çiniler olmayıp aslının taklididir. Zaten renklerine bakıldığında bu durum hemen anlaşılıyor. Sol taraftaki yüzyıla bile dayanamazken, orijinal pano, 500 yılı aşkın süredir güzelliğiyle herkesi kendisine hayran bırakıyor.
İslam Sanatı bölümünde 17 bin 500 eser
İstanbul’da diş hekimliği yapan ve Sultan II. Abdülhamid’in de diş hekimi olan, eski eser koleksiyoncusu Albert Sorlin DORIGNY tarafından 1895 yılında restore edilmek üzere Fransa’ya götürülen bu panonun imitasyonunun yapılarak yerine takıldığı, orijinalinin ise bugün Fransa’da Dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi’nin “Arts of Islam” (İslam Sanatı) bölümünde 3919/2-265 döküm numarası ile sergilendiği bilinmektedir. (Louvre Müzesi’nde yaklaşık 35 bin eserin sergilenmekte, İslam Sanat Eserleri Bölümü’nde yaklaşık 17 bin 500 eser bulunmaktadır.)
Son olarak Haluk Dursun Hoca’nın şu sözleri ile bitirmek istiyorum yazımı. “Paris’te Louvre Müzesi’nde İslam Sanatları bölümünün kapısında bizim İznik çinilerinin yer aldığını görünce, işin ciddiyetini ve zararımızın ne kadar büyük olduğunu bir kere daha anladım. Eloğlu bizim değerlerimizi bizden daha iyi değerlendiriyor.”