Eskiden bazı kadınlar vardı. Az da olsa, erkekleri de olurdu. “İsmini vermek istemeyen seyirci” diye yazardık ismini ekrana. Az da olsa rahatsız ederdi bizi. İsmini verse ne olurdu ki! Elimiz ayağımız dolanır; ne yazacağımızı bilemezdik ekrana. Özel televizyonculuğun acemi günleriydi. Telefonla programa seyirci bağlama fikrinin taze olduğu yıllardı.

“İsmini vermek istemeyen seyirci” seyirci değilmiş meğer. Seyretmekten fazlasını yapıyormuş o. Her şeyi kurgulu, her sesi şablon, her açısı hesaplı olan beyaz camın sahteliğini dağıtıyormuş meğer. Kırık sesi stüdyoya düşer düşmez, ekran hiç olmadığı kadar gerçek oluyordu. Sunucu kıvranmaya başlıyor, uzman konuğu terliyordu. Ortama hayat düşüyordu çünkü. Çığ gibi. Aniden. Çerçevesiz. Hesapsız. Kurgusuz.

Çaresizliğindendi telefonun öbür ucunda bulunuşu ismini vermek istemeyen seyircinin. Yalnızlığının duvarlarını yıkmak içindi sesini ulu orta salışı. Sırrını tüm ülkeye ifşa edişi, “yetti artık!” diye çatlamasındandı. O an acı bulaşırdı stüdyoya. Beraber ağlardık. Beraber utanırdık ismini vermek istemeyen seyirciyle. İlk defa düştüğü kuyudan başını kaldırırdı. Adı konulmamış acılı bir bekleyişin zaferini yaşardı“ismimi yazmayın!” derken. Susamışlığını giderirdi. Kalbini doyururdu.

Misal; uzman bir doktor vardı karşısında. İşte ilk defa ciddi dinliyordu onu doktor. Yüzünde küçümseme jesti olmadan.Önemseniyordu şikâyeti. Hece hece vurdukça sesi uyduların böğrüne, “buradayım ben!” diyordu. Ya bir avukat, ya bilmem ne uzmanı ya da bir önemli bürokrat vardı karşısında. O konuştukça susuyordu sunucu da bürokrat da. İsmini vermek istemeyen seyirci ilk defa muktedir oluyordu. “Özel kalem”e takılmıyordu. Sedirinin köşesine bağdaş kuruyor; ömürlük ilgi açlığının iftarını yapıyordu. Ömür boyu utandığı, kendine bile söylemekten çekindiği ayıbını, saklaya saklaya yorulduğu derdini, yıllarca gezdirdiği ateşli sancısını bir hamlede boca ediyordu. “Şimdiye kadar ben uykusuz kaldım, bundan sonra sizin uykunuz kaçsın!” dercesine.

Sahiden orada olurdu ismini vermek istemeyen seyirci. O orada olur olmaz, televizyon sahileşirdi. Yaşamanın seyretmekten fazlası olduğunu hatırlatıp giderdi. Haritada düz görünen ülke toprağının en bilinmez dertlerle delindiğini gösterirdi. Biz hayatın pürüzsüzlüğünden bıkkınlık çıkarırken, o, gözümüzün görmediği yerde, elimizin uzanamadığı kuytularda ne olunmaz yaraların kanadığını haber verirdi. Stüdyoda, ışıklar altında, kostümler içinde, saçlarımız taralı, yüzümüz makyajlı durduğumuza utandırırdı bizi… O konuşurken, kurgumuz tel tel dökülürdü. “Bilmiyorum” da diyebilen bir insan olarak yakalanırdık kameralara. Olduğumuz gibi görünürdük o ara. Acemi. Şaşkın. Kararsız. Amatör. Tereddütlü. Üzgün. Korkmuş. İnsan işte. Bildiğin insan…

Bilemezdik ekrana “ismini vermek istemeyen seyirci” yazıldığında, hiç ilgisiz olanların da ekrana kilitleneceğini. “İsmini vermekten çekinecek kadar utandırıcı bir şey söylüyor demek ki…” “Az sonra açık edecek bizim de gizli derdimizi.” “Sesimiz olacak, belli ki…” “Bizden birisi” derdi ismini verebilen diğer seyirciler.Pür dikkat seyrederlerdi o vakit… Farkında değildik bu dikkatin paraya çevrilebileceğinin.

Geçenlerde gördüm “ismini vermek istemeyen seyirci”yi. Ekranın sağ alt köşesinde iri iri yazıyordu ismini vermek istemediği. Sahi mi? Yok, yok; numaraymış o… “İsmini vermek istemeyen seyirci” yazısı, şimdilerde, ismini vermek istemediğim programcıların reyting hilesi. Öyle yazarlarsa ekrana, daha çok seyredileceklerini biliyorlar çünkü. İsmini vermek istemeyen seyircinin sahiciliği de alıp başını gitti; iyi mi?