İslamcılıkla ilgili eleştirilerin yeniden kesafet kazandığı zamanlardan geçiyoruz. Ülkeyi İslamcıların yönettiğini varsayarsak bu tenkitleri doğal karşılamak gerek; zira yönetenlerin yaptığı her yanlış, epistemolojik bir transferle kavramsallaştırılıp kaynağa irca edilebiliyor. Fikrim odur ki hiçbir birey ya da grubun davranışı, ait olduğunu iddia ettiği inanca/ideolojiye irca edilmemelidir. Zaten bugün iktidarı elinde tutanlar, İslamcı olduklarını hiç bir zaman iddia etmemişlerdir. Hal böyleyken, sözü dönüp dolaşıp buraya getirmek bel altı çalışmaktır.
Atıf doğruysa Aliya, “Müslümanların bugün dinlerine yapacağı en büyük iyilik, onu kendilerinin temsil etmediğini söylemeleridir”, der. Bu can yakıcı bir itiraf olacaktır ama realiteyi pek de teğet geçtiği söylenemez.
Mündericatını fazla şerh etmeden şunu ifade edebilirim ki bugün Müslümanların inançlarıyla hayatları arasındaki mesafe, her geçen gün kesret kesbediyorsa; bu belki de hicri 2. yüzyıldan itibaren amelin, imanın bir cüzü olduğu tezini reddeden Hanefi/Maturidi ekolün, bize bir hediyesidir. Kuşkusuz bu düşünce tarzı, inancın teorik bacağı ile pratik boyutunu tefrik ederek farklı din ve kültür havuzlarındaki toplumların, kolaylıkla ve hızla İslamlaşmasına tarifsiz bir katkı sağlamıştır. Lakin bugün gelinen noktadaki payı, araştırmaya değer niteliktedir.
İman ve salih amel… Salih amel niyete şirkin karışmadığı, içine egonun sızmadığı fiildir. Tarih boyunca bu ikisini tezvic edenler olduğu gibi, tefrik edenler de hep olagelmiştir.
Konuyu İslamcılık meselesine bağlarsak plaj İslamcıları, mücahit(!) müteahhitler, oryantal(ist) İslamcılar, iftariyelik İslamcılar vb. tezahürleriyle İslamcılık kisvesine bürünmüş börülceler, börtü böcekler her zaman olmuştur. Bundan sonra da hep olacaktır amma velakin sahici İslamcılar, varlık sahnesinden hiç çekilmeyecektir. Belki zaman zaman perde arkasında kalacaklardır. Belki ortam çok samimi gelmeyecek ve salona hiç girmeyeceklerdir. Belki de sadece söze oruç tutturup olan biteni şimdilik izlemeyi yeğleyeceklerdir; fakat sırf onların gölgesini var etmek için güneşler doğmaya devam edecektir.
Zorbalık ve hile takva elbisesi giydiği gün, karşılarına çıkıp nebevi kelamla tuzaklarını açık edecek, krallarının üryanlığını haykırarak halkı uyandıracak Ebu Zerr’ler bu ümmetin bağrından çıkmayı sürdürecektir.
Aksi halde, Maide 54’deki Sünnetullah’ın sahne alması kaçınılmazdır:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Bunlar Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geliştir.”
Bu tartışmada dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de içerik ve üslup arasındaki hassas ölçüdür. Hiç kuşku yok ki bir şeyi eleştirmekle zemmetmek arasında dağlar kadar fark vardır. “Zemm” daha çok psikolojik bir eylemdir ve ahlakın sahasına girer. Eleştiri ise bilişsel bir tepkiyi ifade eder. Zemde değer biçme varken, eleştiride doğruluğunu ya da yanlışlığını çeşitli argümanlara dayanarak kritize etme söz konusudur.
Sözü, mütenakız görünse de cüretkar bir aforizmayla bağlayalım.
Şarap sofrasında cihat çağrısını duyduğunda, belki de kaybetmekte olduğu büyük cihattan küçük cihada dörtnala koşturup günahlarından mütevazi bir intikam alırcasına vuruşa vuruşa ukbaya göçenler ile bir cife olduğunu unuttuğundan dünya ile kurduğu ilişkide, seri mağlubiyetler alıp mevzu Allah’ın dini olunca yiğitlikte doksana takanlar gibi; Müslümanlığımızın nakıslığına inat İslamcılığımız kamildir.
Baki selam…