“… Erdemi ve takvayı/ ilahi sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil; Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: Ve unutmayın ki Allah’ın intikamı çetindir!”
(Mâide, 5:2).
Mezhepler ve imamlarla ilgili muhalled eserleriyle alanında otorite olduğunu kabul ettirmiş olan Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra’dan ‘İslam Birliği’nin 14 asırlık tarihçesini özetleyen ilk bölümü geçen hafta paylaşmıştık. Bu hafta üstadın “İslam Birliği” adlı eserinden ittihad-ı İslam’ın tercihe kalmış bir mesele olmayıp muttaki ulemâ önderliğinde tesis edilmesi gereken kaçınılmaz bir vecibe olduğuna dair bölümleri -eserin 60 yıl öncesinin şartlarında yayımlandığını hatırlatarak- özetle iktibas edeceğiz:
ÜMMETİ BİRLİK VE BERABERLİĞE ÇAĞIRMAYI KAÇINILMAZ BİR VECİBE GÖRMEK
“Çağımız kelimenin tam anlamıyla İslam’ın gariplik çağıdır. O halde bizden bir grubun çıkıp ümmeti birlik ve beraberliğe çağırması ve insanları bunun için teşvik etmesi kaçınılmaz bir vecibedir. Eğer hiç kimse bu sorumluluğu üstlenmezse İslam’ın izzeti ayaklar altına alınacak ve Müslümanlar tüm güçlerini yitireceklerdir. İslam ümmetin önderleri olan sahabe (r.a.) her ne ile ıslah oldularsa onları takip eden bizler de ancak ve ancak onunla ıslah olabiliriz. Ümmet mazisinde sahip olduğu güce ancak bu mazinin temelini oluşturan sebeplere sarılarak yeniden kavuşabilecektir. Aksi takdirde imanın bir kıldığı bu ümmet, tarihinin ilk günlerinden ders alarak muhtaç olduğu gücü ortaya koymaz ve Müslümanları bir araya toplayan dininden destek almazsa, kaybettiği izzet ve şerefi yeniden kazanması mümkün değildir. Müslüman halklar bir araya gelip asla ayrılmayacakları ve hakkında ihtilafa düşmeyecekleri bu toparlayıcı mesele etrafında tek bir güce dönüştüklerinde, işte o vakit bu ortak hayali gerçekleşecek bir zemin bulmuş olur. (s.43).
Geçmişte bu konuyu göz ardı etmiş olsak da şu an üzerimize düşen, gözlerimizi dört açmamız ve uyanık olmamızdır. Zira başta gösterdiğimiz ihmalkârlık insan yiyen kurtların bizi bölge bölge, millet millet, taife taife parçalayıp yemelerine, bizimse insanlar arasında taksim edilmiş, üzerinde bazen ihtilaf dilen bazen de görüş birliğine varılan bir ganimete dönüşmemize yol açmıştır! Bizler hiç baş kaldırmadan tamamen teslim olmuş halde onların yaptıklarını ve yapacaklarını gözlerken, düşmanlarımız bizim hakkımızda birbirleriyle istişare ediyorlar. Kılıçlarından çıkan kıvılcımları görüp onlarla ilk boynu vurulacak olanların bizler olduğunu hesap etmezken onlar kılıçlarını keskinleştiriyorlar! (s.45).
Uyanmaya başlayan İslam dünyasındaki bölgesel ve yerel girişimler yeterli değilse de övgüye layıktır. İslam düşmanları, nüfuzlarının sonu olacağına ve sömürgelerini yok edeceğine dair öngörüleri nedeniyle bizlerin İslam masası etrafında bir araya gelmemize asla müsamaha göstermeyeceklerdir. O halde boyunduruktan kurtulana dek izlenecek tek yol, her bir bölgenin kendi topraklarında harekete geçmesidir. Eğer herkes kurtuluşa ererse işte o vakit izzet ve özgürlük üzere bir araya gelmek, dünya ve razı olunan din hakkında fikir yürütmek ve kıyamet gününe dek ölümsüz olan sesiyle bizlere seslenen hakkın çağrısına kulak vermek mümkün olur. (s.47).
DİN KARDEŞLİĞİ, MERHAMET VE SEVGİ TEMELİNDE BİR BİRLİK TESİS EDEBİLMEK
Gerçek ümmet fikri, ırkçılığın değil dinin gölgesinde yeşerir. Çünkü ırkçılık daimî bir surette bir ırkın diğerlerine karşı üstünlüğünü savunur! İslam adına bir araya gelmek, çekişme üzerine değil de bu yüce dinin teşvik ettiği umumi bir kardeşlik ve merhamet içeren sevgi üzerine kurulu bir birlik düşüncesini ifade eder. Temeli İslam dini olan bir birlikte, cinsiyetler ve renkler arasında hiçbir fark gözetmeyen gerçek adalet tesis edilir. (s.65).
Yücelik, soydan kaynaklanan bir niteliği temel almaksızın iyilik ve takva temelleri üzerinde yürütülen ve soyun yüceliğini değil her insanın ortak hakkı olarak insan olmaktan doğan değere saygıyı esas alan toplumlarda bulunur. Dinlerin sağlam ilkeleri esas alındığında cemaatleri dinî temeller üzerinde bina etmek yeryüzündekiler arasında ortaya çıkan birbirini yok etme eğilimini azaltmayı da hedefler. Her ne kadar tarih, din adına insanlar arasında gerçekleşen savaşları anlatıyor olsa da aslında bu, dinin özünden doğan bir durum değildir. Bilakis yalnızca dini anlamadaki bir bozukluktan tezahür etmektedir. Zira din, hakikatlerini olması gerektiği gibi idrak edemeyen bazı kimselerin ruhlarında milliyetçilik veya ırkçılığa benzer bir ideolojiye dönüşür. Bu durumda ise savaş, din ve onun ilkelerinden değil din kılığına girmiş ırkçılıktan kaynaklanmış olur. Din ise bu günahtan berîdir. Savaş, dini hakikatlerin yanlış anlaşılmasından patlak vermiş ve böylece bu kimselerin ruhlarında din kılığındaki bir ırk taassubuna dönüşmüş ve aynı şahıslarca iyiliğin anlamı ve erdemin değeri kendilerine has manalar kazanmış olabilir. Bu ise ehl-i İslam’ın oluşturduğu bir topluluk değildir:
“…Erdemi ve takvayı/ ilahi sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil; Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: Ve unutmayın ki Allah’ın intikamı çetindir!”
İslam’da bir araya gelmenin manasına işaret eden bu değiştirilemez hakikatler ancak İslam birliğinde bulunur ki bunlar kesinlikle fanatiklik, ırkçılık, milliyetçilik ve bölgecilik gibi olguları içermemektedir. (s.67-69).
ALLAH’I ‘BİR’LEYEN İSLAM’IN ‘ÜMMET BİRLİĞİ’Nİ HEDEFLEDİĞİNE DE İMAN ETMEK
İslam Tevhid dini olduğu gibi kapsamlı ve toparlayıcı bir birliğin de dinidir. Birliğin manası ise üç toparlayıcı durum içerisinde gerçekleşir: Bunların ilki, her birimizin İslam’ın hükmüyle kardeşler olduğumuz ve iman kardeşliğinin tüm milletler ve ırklardan daha üstün olduğu yönünde bir duygu birliğine varmamızdır. Son Nebi’nin (s) hicretten sonra hayata geçirdiği ilk teklifî hüküm bizzat kurduğu sistemdeki İslam kardeşliğidir. Nitekim o (s), muhacir ve ensarı birbirleriyle kardeşler kıldığı gibi her iki fırkayı kendi içlerinde de birbirleriyle kardeş kılmıştır. Bu uygulamadan, toplumun her bir ferdinin kendilerini bir araya getiren ve gayrimüslimlerden ayıran İslam kardeşliğini hissetmesi amaçlanmıştır. Bu kardeşliğe götüren sebeplerin günümüzde de sürmekte olduğu hususunda görüş birliğine varmamız gerekir. Dinimizin emirleri gereği inandığımız ve reddettiğimiz hususlar ve bize yüklenen sorumluluklar bu kardeşlik için yeterlidir. Modern çağlardaki İslami dirilişin kurucusu Cemaleddin Afgani bu hususta şöyle demiştir:
“Hakkın izzeti ve adaletin sırrı adına bana kulak verin; eğer Müslümanlar içlerinden ilimleriyle amel eden âlimlerin gözetiminde inanmış oldukları itikat üzere kalsalar, ruhları birbirleriyle tanışır ve birlikleri kuvvetlenir…” (s.73).
İkinci durum ise yaşananlar karşısında duygu birliği kurmayı sağlayan kültürel, dilsel ve sosyal bir birlik kurmaktır. Öyle ki her bir Müslüman olayları din kardeşlerinin gözüyle okur. İçerisinde İslam’ı yıkmaya yönelik bir niyet taşıyan her cepheye savaş açıp dinin değerlerini ve Müslümanların izzetini yücelten her girişim üzerinde görüş birliğine varır. O halde, İslam toplumu İslam’ın dosdoğru ilkeleri üzere kurulmalıdır.
Üçüncü duruma gelince; Müslüman bir bölge, din kardeşlerinin yaşadığı başka bir bölgeye ne ekonomik ne de silahlı bir savaş açabilir! Nitekim bu, her şekliyle İslam’ın gücünü azaltmak ve Müslümanların durumunu zayıflatmak anlamına gelir. İslam, Kur’an’ın diliyle bizlere Müslümanlardan iki grup birbirleriyle sürtüştüklerinde onlara nasihatte bulunmayı ve her bir Müslümanın din kardeşinin ihtiyacını gidermesini emreder. (s.75).
“Müminlerden iki gurup çarpışırsa, aralarını bulun… ve (bunun için gerekirse) kendi hakkınızdan feragat edin: Çünkü Allah (barış için) fedakârlık edenleri sever. Müminler sadece kardeştirler; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumlu davranın ki, O’nun merhametine mazhar olasınız!” (Hucurât, 49:9-10).
“Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez. Onu tehlikede yalnız başına bırakmaz, onu düşmana teslim etmez. Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da o kimsenin bir ihtiyacını giderir…” (Buhârî, Mezâlim 3).
MÜSLÜMANLARA ÖNDERLİK EDECEK İLMÎ BİR TOPLULUK OLUŞTURABİLMEK
Müslümanlar arasında İslami kültür birliğinin sağlanması için gerekli çalışmayı yapacak ilmî bir topluluğa ihtiyaç bulunmaktadır. Her İslami bölgeden mensupları bulunacak bu topluluk tüm Müslümanları mükemmel şekilde temsil eder. Bölünmenin sebeplerini araştıracak bu topluluk gayrimüslimler arasında İslam’ın yayılması için de çaba sarf edecektir. İslam’ın hakikatlerini açıklayan araştırmalar kaleme almak, bunları yeryüzünde kullanılan dillere tercüme etmek, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Müslümanları İslam’ın hükümleri konusunda bilgilendirmek ve bilinçlendirmek bu topluluğun başlıca görevleri olacaktır. Çoğunluğun ortaya koyduğu hüküm tarafında ortak bir görüş benimseyecek olan bu topluluk farklı konularda uzmanlar da istihdam eder. Çeşitli komisyonlar oluşturur ve öne çıkmış tüm İslam beldelerinde incelemeler yapmak üzere ofisler kurar. Bu yolla iletişim ağını gerçekleştirir ve yeryüzünün her bir köşesindeki İslami bölgeler arasında tanışıklığı sağlamış olur… (s.133-137).
İslami tanışıklığın belirli bir sisteme oturtulması, birliğin sağlanması adına kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim, Müslümanlar hakkında tek dilekleri karışıklık ve bozulması olan kimseler, İslami tanışıklığın gücünü anlamış ve Müslümanları birbirlerinin içinde bulundukları hallerden habersiz bırakmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Tüm İslam beldelerinde fizikî ve beşerî zenginliklerimizi inceleyen merkezler kurulmalıdır. Müslümanlar sahip oldukları kaynakları fark edip bunları kullanmaya başladıklarında yeryüzünün medar-ı iftiharı bir güç haline gelirler. Bu güç karşısında düşmanlar titrer; her bir beyanlarının etkisiyle uykuları kaçar. Böylece İslam ümmeti, kendisine karşı birleşen düşmanlar ve güya yardımda bulunan sömürgeci güçler karşısında miskin muhtaçlar gibi boynu bükük ve çaresiz beklemekten kurtulmuş olur!… (s.145).
İSLAM BİRLİĞİNİ KURMANIN ZORUNLU BİR GÖREV OLDUĞUNU İDRAK ETMEK
“Arzuladığımız İslam Birliği şu değerler üzerinde kurulacaktır:
1) Bu birlik, Müslümanları hak ve adaletle idare eden hiçbir yöneticinin otoritesine dokunmaz.
2) Aynı surette İslam beldelerinde belirli bir yönetim şeklini de zorunlu kılmaz. Hakkı ve adaleti sağladığı ve İslam’ın yüce değerlerini gerçekleştirdiği sürece her bölge kendi yönetim şeklini belirlemekte özgürdür.
3) İslami birliğin manası, kendimizi kalbimizin derinliklerine uzanan sapasağlam bağlar ile birbirimize bağlı farz etmektir.
4) İslam, başka hiçbir ilah tanımaksızın yalnızca Allah’ı mabut olarak gören bir ‘tevhid dini’ olduğu gibi tüm Müslümanları toparlayıp içine alan bir birlik ve beraberliğin de dinidir.” (s.7).
“Dinin kesin bir surette farz kıldığı İslami birliğin kurulması zorunlu bir iştir. Birliğin gerçekleşmesinin karşısında duran ve bundan hoşlanmayanlar ancak ve ancak kâfirler ya da onları dost kabul edenler olacaktır. İslam ümmetinin çıkarları ancak birliğin kurulması ile gerçekleşebilir. Yeryüzünde varlığını ve gücünü kanıtlamış bir toplum olarak yaşama hakkı yalnızca birlikle elde edilir. Eğer bu hakikati anlayamazsak toprağın altında olmamız üstünde olmamızdan çok daha hayırlı demektir. Düşmanlarımıza karşı ayağa dikilmemiz ve boğazlarımızdaki sömürge zincirlerini söküp atmamız için gerekli güç artık elimizdedir. Eğer bu fırsatı değerlendiremezsek Allah’ın bizlere bahşettiği nimetlere karşı nankörlük etmiş ve özgürlüğü reddederek zillete razı olmuş, hattâ iman dairesinden çıkmış oluruz! Zira Allah (c) müminlerin vasıflarını kesin bir surette açıklar (s.205):
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı; müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar; Allah yolunda tüm çabalarını sergiler, kınayacak olanın kınamasından da korkmazlar…” (Mâide, 5:54).
“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir ve onun safında olanlar, hakkı inkâr edenlere karşı kararlı ve tavizsiz, birbirlerine karşı ise çok merhametlidirler…” (Fetih, 48:29).
Allah’ım bize izzeti istemeyi ilham et, bizi izzet yolunda yürümeye ve onun zorluklarına katlanmaya muktedir kıl ve bizi insanlık için hayırlı bir ümmet eyle…” (s.207).
Kaynak:
Muhammed Ebu Zehra. (2016). İslam Birliği (el-Vahdetu’l-İslamiyye), çev. Rumeyse Gökbayrak Ömün, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, s.43-145.
Doç.Dr. Fethi GÜNGÖR