Mübarek Ramazan geldi.

Bu satırları yine bir zalim bir bombanın canlar aldığı vaktin ertesinde yazıyorum. İçimde olan bitene karşı bir insan sesi arıyorum. Bütün yapma çiçekleri deviren kırık bir yaprak olmalı bir yerlerde. Cümle sanatlı konuşmaları susturan bir kırık hece olmalı kalbin bir köşesinde. Ezber edilmiş şiirlerin kafiyesini yırtıp atan, içli bir söz olmalı henüz yazılmamış sayfalarda. (Ki ben dünyadan göçtüğümüzde en çok da söyleyebileceğimiz halde söyleyemediğimiz cümlelerin pişmanlığından korkuyorum. Cehennem olarak yeter bana bu; öyle sanıyorum.)

Kur’ân bize ‘insan sesi’ duyurur. Çünkü insana insanı anlatır Allah. Çünkü insan oluşumuzu hatırlatır. Çünkü yaralı olduğumuzu bildiğini bildirir Rahman. Çünkü yaralı olduğunun bilindiğini bilmek en güzel devadır insana. Yanımızda olduğunu bilmemizi ister Rahim, her şeyden önce.

Kur’ân sesi, belli ki bu yüzden, insan sesini yineler. Kullarından alıntılar yapar Allah. Peygamber kullarından değil sadece. Öldükten sonra dirilmeyi aklına sığıştıramayan küstah kulundan bile. Firavun’dan hayli söz iktibas eder mesela. Nemrut’tan da… İnsanlık halinin Firavunlaşmaya, Nemrutlaşmaya kadar uzanabileceğini hatırlatmak için zâhir.

İnsana insan sesiyle seslenir insanın Rabbi. Bildiğimiz insan sesi. Şaşkın insan sesi. “Rabbimiz biz kendimize zulmettik…” gibi… Tereddütlere bulanmış bir itiraz meselâ. “Şimdi bu toz olmuş kemikleri kim diriltecek?” gibi. Pişmanlıkla demlenmiş kederli bir sızı: “Ben nefsimi temize çıkarmam, benim nefsim kötülük etmek ister…” gibi. Düşe kalka yürürken yarıda kalmış bir feryat: “Bittim Allah’ım, katından indireceğin her hayrın muhtacıyım…” gibi. Tükenişin, yenilişin, çaresizliğin kederli yankısı: “Ben mağlubum, Sen yardım et…” gibi. İnsan diye var edilişin en zarif itirafı: “Bilmiyorum…” gibi.

Hâl böyle iken, ekranlarda, ‘bomba’ sorular. İç gıcıklayıcı alt yazılar… Ne bu sorular insan sesi ne de bu soruları ciddiye alan ‘ünlü mamuller’in cevabı insan sesi. Hep biliyor hocalarımız. Hiç itirafları yok. Tereddütsüzler. O kadar çokbilmişler ki, kimine kâfir kimine Şii, kimine meczup diyorlar. Öyle bilmişler ki, bin beş yüz yıl öncesinden sümük yapıştırıyorlar üzerimize, idrar içme edebiyatı yapıyorlar. Tepeden tırnağa mükemmeller; kusurları hiç yok.

Mübarek ay ya Ramazan; gelsin reyting hesabıyla kurgulanmış kıl sorular, gelsin yürek hoplatacak tuhaf kaygılar. İnsanın içinde bir yere dokunmuyor söylenenler. Uzağından geçiyor insanın, çok uzağından. Uzaklaştırıyor insanı Kur’ân’dan. İnsandan uzaklaştıran Kur’ân’dan da uzaklaştırıyor, âşikâr. Kalbine yar olan Söz’ün serin pınarı yerine bulanık magazin koyuyorlar. Yorulmuyorlar.

Şöyle bir göz gezdirin, kulak kabartın. Sözüm ona ‘din’i anlatırken çıkıyor bu gürültüler. Kur’ân’ın duru sesine perde oluyorlar sadece. Bomba gibi sağır edici, bir o kadar tahripkâr ve adres sormaz!

Şu meşhur “ismini vermek istemeyen seyirci” sorasıymış ki, “Biraz daha peşimden gelsin diye koşturduğum erkeğin zamanını çaldığım için kul hakkına girmiş olur muyum?”

Aylardan mübarek Ramazan diye sorulmuş belli ki…