Bir ülkenin siyasi bağımsızlığının ilk koşulu şüphesiz “ekonomik bağımsızlığı”. Bu durum ülkenizin enerji kaynaklarınızın çokluğu ve hazinenizin dolu olmasıyla da doğrudan ilişkili değil üstelik. Öyle olsaydı, Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt, dünyanın en bağımsız ve kararlarını kendi iradeleriyle alan ülkeleri olurdu.

Güçlü siyasi irade, ordunuzun milli olmasıyla ve silahınızı kendinizin üretmesiyle ilgili. Buna gıda üretiminizin kriz anlarında “kendine yeter” olmasını da eklemek gerek. Tüm dünya pandemi yüzünden ekonomik çöküntü yaşarken, Türkiye’nin hem AB hem de OECD ülkeleri içerisinde ekonomik büyümesini sürdüren bir numaralı ülke olmasının sebebi, sürekli darbelerin gerçekleştiği “istikrarsız” bir ülke olmaktan artık çıkması: Kendi silahını, kendi insansız hava araçlarını üreten bir ülkeye dönüşmesi. Türkiye “tarımın bittiği” iddiası gibi bir yalan denizinin ortasında, dünyada en fazla buğday üreten 10., en fazla un ihraç eden ülkeler içinde ise 1. sıraya oturmasaydı, bu pandemi krizinde boğulmaktan kurtulabilir miydi?

BAĞIMSIZ OLALIM AMA SIKINTILARI DA BÖLÜŞELİM

Hiçbir “bağımsızlaşma dönemi” sancısız olmamıştır. Elbette, Türkiye’de orta ve dar gelirli insanlarımızın satın alma gücünün zayıflığı yadsınamaz. Sermaye sahipleri son 10 yılda servetlerine servet katarken, dar gelirli insanımız için hayat hiç de kolay değil. Bu yüzden, siyasi ve ekonomik bağımsızlaşma sürecimizde devletin, bu ağır yükü dar gelirli insanımızın sırtından hiç olmazsa bir miktar alarak, diğer katmanlara da “pay etmesi” gerekiyor.

İnsanımız devletimizin içinde bulunduğu durumu görüyor ve yaşadığı ekonomik sıkıntıya rağmen istikbalde karşılaşacağı bağımsızlık ve refah için sabrediyor, sınırsız bir destek veriyor. Bu fedakarlığı kimse göz ardı etmemeli.

Evet savaştayız. Bir yandan ordumuz küresel sömürgeciler ve taşeronlarına karşı Irak, Suriye ve Libya’da savaş verirken; diğer yandan Akdeniz’e bir sırtlan sürüsü gibi doluşanlara karşı enerji kaynaklarımızın ve bağımsızlığımızın kavgasını veriyoruz.

Çok değil, 2003’de ABD Hazine Bakan Yardımcısı John Taylor, alışık olduğu üslupla adeta bir sömürge valisi gibi Türkiye’ye “IMF’nin şartlarını kabul ettiğinde” 1 milyar dolar kredi verebileceklerini söylüyordu. Bugün bu küresel baronların sofrasına meze olmadığımız için deliye dönmüş durumdalar.

Türkiye ilk dış borcunu 1854’te Kırım Savaşı yüzünden o günkü müttefiki İngiltere‘den almıştı. O günden bu yana belimizi doğrultamadık. Avrupalılar borçlarını tahsil etmek için kurdurdukları Duyun-u Umumiye vasıtasıyla, sadece ekonomimizi değil, siyasetimizi de belirlediler. Bu ekonomik vesayetin devamı olan IMF ile kurulan ilişkiler de, bütünüyle Türkiye’nin dış politikasını ve iç siyasetini dizayn üzerine şekillendi.

HANGİ TÜRKİYE?

Hatırlayalım, devlet kendi memurlarının maaşlarını ödeyebilmek için IMF’nin kapısında yatar hale gelmişti. Bu durum 2013 yılında IMF’ye olan borcumuzun son taksidini ödeyene kadar sürdü. O günden bu yana da hem ekonomik, hem de siyasi saldırı altındayız. Trump açıkça Türkiye’ye “dolar operasyonu” çektiğini söylemekten çekinmedi. Sebebinin Ortadoğu’daki lejyonerleri PKK’ya karşı verdiğimiz mücadele olduğunu hepimiz biliyoruz. Hazine ve Maliye Bakanımız Berat Albayrak‘a yönelik saldırıların temelinde bu yatıyor.

Şimdi kendimize soralım: Uzunca bir dönem Merkez Bankası Başkanlığı yapan İYİ partili Durmuş Yılmaz ve CHP’li Faik Öztrak’ın IMF heyeti ile otel odalarında gizli görüşmeler yaptığı bir Türkiye mi görmek istiyoruz?

Yoksa, Adalar Denizi’nden Karadeniz’e kadar petrol ve doğalgaz arama gemilerimizin kimseye eyvallah etmeden dolaştığı, terörün belinin kendi üretimimiz olan silahlarla kırıldığı bir Türkiye mi görmek istiyoruz?