Mavi Marmara gönüllüsü hekim Bahadır İslam ile mülâkat

Mavi Marmara’nın hekimlerinden, ağabeyimiz Bahadır İslam’la gemiye kısa bir yolculuk yaptık. Katliam sırasında en üst güvertede yer alan İslam, yaşadıklarının bir kısmını anlattı, bir kısmını anlatmadı; hislerinin bir kısmını söyledi, bir kısmını sustu. Anlattıkları ve söyledikleri arasında, sorgu sırasında afallattığı İsrailli memurlar, Beşşar Esed ve Saraybosna da vardı.

Gemimizi niçin vurdular?

Ben Mavi Marmara saldırısıyla, Bosna’daki soykırım arasında bir bağ kurarım hep. Saraybosna, farklı dinlerden, farklı milletlerden insanların birarada esenlik için yaşadığı bir yerdi ve İslam’ın öncülüğünde varlığını sürdürüyordu. İnsani rotadaki bu çoğulculuğa tahammül edemediler ve Saraybosna’mızı vurdular. Mavi Marmara da aynı böyleydi. Türlü milletlerden insanlarla, Kudüs Başpiskoposuyla, Yahudilerle, ateistlerle biz Müslümanlar biraradaydık ve esenlik içinde yürüyorduk. Başbakan’ımız Ahmet Davutoğlu, bir Saraybosna ziyaretinde şöyle demişti: “Dünyanın bütün şehirleri yok olsa, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmasa da Saraybosna ayakta kalsa, insanlık yeniden Saraybosna üzerinden inşa edilebilir.” Mavi Marmara da aynı bu vasıflarda bir ruhu temsil ediyordu. İnsanlık için biraraya gelmişti Mavi Marmara yolcuları. Yükü merhametti. Bu yüzden vurdular. Aşdot’taki sorgumuz sırasında Gazze’ye gitme amacımızı soruyorlardı. Ben hekim olduğumu söyleyince, müstehzi bir tavırla “Hep böyle yardıma muhtaç yerlere gider misiniz?” dediler. “Tabi ki giderim; elimden geldiğince, Allah ömür verdikçe de gideceğim. Hatta ben ve buraya getirdiğiniz tüm arkadaşlarım, 70 yıl önce hayatta olsaydık sizin dedelerinize yardım için Avrupa’ya da giderdik” dedim. Orada bulunan tercümana da kelimesi kelimesine tercüme ettirdim. Odadaki müstehzi hava bir anda ciddiyete büründü tabi.

Türkiye’ye dönerken neler hissettiniz?

Tarihi romanlar okuyarak büyümüşsünüz, büyük bir devletin, büyük bir geleneğin mirasçısı olduğunuzu biliyorsunuz. Gelin görün ki, kendi adınıza gerçek hayatta bunlardan eser görmemişsiniz. Başka tecrübelerde böyle bir devleti hissetmemişsiniz. Uluslararası yardım kuruluşlarında çalışan birçok arkadaşımız da beni teyit edecektir, özellikle 90’lı yıllarda, bu tip organizasyonlar için yurtdışındayken “Başıma bir şey gelirse ne olacak, bana yardım eden olur mu, devlet bana sahip çıkar mı?” endişesi taşıyordunuz. O dönem Başbakan Danışmanı olan, şimdiki Milli Eğitim Bakanı’mız Nabi Avcı ile milletvekilimiz Hüseyin Tanrıverdi biz uçaktayken gelip tek tek durumumuzu sordular, liste tuttular ve o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı’mız Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yerli ya da yabancı, bir tek kişi dahi geride kalmayacak” mesajını ilettiler. Bunu duyunca ben artık işlerin, o özlemini duyduğumuz güzel günlerdeki gibi yürümeye başladığına inandım. Hayatımda ilk defa devletimi bu kadar yanımda hissettim.

Şimdiki hisleriniz nedir?

Hani haberlerde görürüz, adam karısını bıçaklarken şu kadar kişi olaya tanıktı ama bir kişi bile müdahale etmedi diye… Bugün Gazze’deki durum kendimizi aynen böyle hissetmemize sebep oluyor. Aynı şekilde, halkını kimyasal silahlarla katleden Esed’in tavrı o haberlerdeki cani adamınkinden çok daha ağır olmasına rağmen, Esed ve onun gibiler, o habere verilenden daha az tepki alıyor. İnsanlığımızı sorgulamamız gerekiyor. Sokakta, ceviz kabuğunu doldurmayacak bir meselede bile “Sen kimsin ki bana karışıyorsun!” diye münakaşaya hazır olan bizler hiçbir şey yokmuş gibi hayatımıza devam edebiliyoruz. Bunu başardılar. Hepimize kanıksattılar. Zulmü kanıksamak kadar şerefsizce bir şey olamaz.