İlimde “mütehassıs” bir islam “aliminin” verdiği Kur’an dersine iştirak etmiştim. 2003 senesiydi. Öldükten sonra, tekrar dirilmek anlamına gelen “Haşir Risalesi”ni izah ediyordu kendisi. Çok feyizli ve güzel bir dersti. Dersin güzelliği kadar, yaptığı ikaz da çok manidardı.
Muhtevası “Risale-i Nur’u çok okumak lazım. İmani meseleler üzerinde çok yoğunlaşmak lazım. Adam Risale-i Nur’u okumuyor; üstadın bir mektubunu okuyor. İyi de o mektup Risale-i Nur değil ki… Adam Tarihçe-i hayatı okuyor ve ‘Bediüzzaman çok büyük alim’ diyor. Bundan sana ne? İki tane Bediüzzaman vardır. Birisi Nurs’ta doğmuş; Mirza’nın oğlu ve Nuri’yenin evladı. Sen bunu ne yapacaksın? Amma diğer bir Bediüzzaman var ki; manen arşa çıkmış. Bütün Peygamberlere, hususan Peygamber (a.s.m.) varis olmuş. Kainatın hakikatini çözmüş, gelmiş; beşere ders anlatmış. Bunu anlamak lazım. Bunu anlamak için de Risale-i Nur’u çok okumak lazım...” şeklindeydi.
Risale-i Nur, Kur’an’a ayine, dellalı ise Bediüzzaman iken; Hazretin kendisi de işaret parmağıyla daima Kur’an ve Hadisi göstererek; tevhidi kıble yapmışken, maalesef onun kaleme aldığı o nurlu eserleri okuyanlar, bazı dış “mihrakların” etkisi altında kalarak; parmağın işaret ettiği yeri değil de, parmağın kendisini görür (!) olmuş. Bunun en bariz delili, okurun Risale-i Nur’a “manayı ismi”yle bakması ve Kur’an’ın lafzi tefsirini okumaya “ihtiyaç” hissetmemesidir…
Haşir Risâlesi’ni meleke hâline getirmek, o cümleleri çözmek, hakikaten çok zor bir iştir. Zîra her bir cümlesi, ilm-i belagatin kurallarına göre yazılmıştır. Cümlelerin çözümü, insanı bazen saatlerce uğraştırır. Çok çetin olan bu eserde öyle cümleler var ki; yüksek bir ilme sahip olan ulema dahi, bazan bir saatte; o nev‘i cümleleri halledip kavrayamıyor. Okuyorsun, geçiyorsun, feyiz alıyorsun; o ayrı bir konudur. Feyz almak ayrıdır; bir de ilmî olarak, Üstadın muradını tam anlayarak ve hangi mesele hangi âyet-i Kur’âniyye’nin tefsîri olduğunu tespit ederek hakikate ulaşmak da bütünüyle ayrıdır. Peki, Kur’an denizinde yüzemeyen, ondaki ayetlerle hemhal olmayan bir kişi, bu nurlu eseri nasıl anlayacak?
Konuyu biraz daha anlamak için, cesaretimi toplayarak mezkur İslam alimine “Küllîleşmek ne demektir, biraz îzáh eder misiniz?” diye sualde bulundum.
Aldığım cevap şu şekildeydi: “İnsan, ahsen-i takvimde yaratılmış olduğundan, zerreden Arş’a, Arş’dan zerreye kadar hem Alem-i İmkanı, hem de Alem-i İmkan arkasında tecellî eden esmâ, sıfât ve şuunat-ı İlâhiyeyi anlayabilecek ve seyr edebilecek bir kabiliyette yaratılmış; kendisine maddi ve manevi pek çok cihazat verilmiştir. İşte, zerreden Arş’a, Arş’tan zerreye kadar bütün Alem-i İmkan ve Alem-i Vücub’u lütf-i Rabbani ile anlayıp seyr etmeye ‘küllileşmek’ denir. ‘Haşir Risâlesi’nde geçen hakikatleri hakkıyla anlamak, ancak küllileşmek ile mümkündür. Yoksa, haşir meselesini düşünürken, ‘Ben, bu çiçek üzerinde haşri isbat edeceğim’ demek hayaldir, meseleyi anlamak değildir. Zirâ, haşr-i a‘zam, ism-i a‘zamdan ve her ismin a‘zamlık mertebesinden geldiği için, kıyâmetin kopması demek, bütün alemin harabiyeti demektir. Haşir ise, bütün mevcûdâtın fena-yı alemden sonra yeniden diriltilmesidir. O harabiyeti ve o harabiyette tecellî eden esmâyı, haşri ve haşri iktiza eden bin bir ism-i İlâhînin tecelliyatını görmeyen, keşf edemeyen, haşir hakikatini tam manasıyla anlayamaz. Demek, haşir meselesini tam anlamak isteyen kimse, hem alemin zeval ve fenasını görecek, hem de bunun sonucu olarak alemin harabiyyetini görecek. Hem de küllileşip harâbiyyet-i alemden sonra, hesap için haşir meydanını seyr edecek bir hâle gelecek ki; haşir meselesini tam anlayabilsin.”
Hülasa edecek olursak; Kur’an, ayine ister. Dellal ister. Vekil ve gölge istemez. Vekalet iddiasında bulunanlar, Kur’an’a perde olmaya çalışan nâdanlardır.