İslam literatüründe ‘bilmenin/bilginin’ üç mertebesinden söz edilir.
İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn…
Yakîn, ‘hakikate uygun, kesin bilgi’ anlamındadır.
*
Meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verebiliriz.
Bir kimse uzak bir noktada duman tüttüğünü görüp “filan yerde ateş yanıyor’ diyerek bir tespitte bulunduğunda sahip olduğu bilgi, ‘ilme’l-yakîn düzeyindedir.
Ateşi görmüyor fakat dumandan ötürü orada bir ateşin bulunduğu bilgisine ulaşabiliyor.
*
Aynı kişi, dumanın tüttüğü yere vardığında, dumanın tütmesine sebebiyet veren şeyin yanan ateş olduğunu gözleriyle görür… İşte bu da ‘ayne’l-yakîn’ bilgidir.
*
Normal şartlarda gözleme dayanan bu bilgi kesinlik için yeterlidir lakin ateşin mahiyetini tarif etme adına kişi, yanan ateşe elini sokup onun yakıcılığını deneyimlerse bilmenin son aşaması olan ‘hakka’l-yakîn’ mertebesine ulaşır.
*
Aslında başta ‘bilgi’ dedik ama bir mantık, felsefe, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terimi olan ‘yakîn’, kesin bilgi ile birlikte ‘inanç’ anlamında da kullanılır.
*
Bunca sözü, neredeyse üç ayını doldurmak üzere olan Filistin’deki savaşta Gazzelilerin, gösterdikleri metanet ve direnişi aslında imanı bilmek düzeyine çıkarmalarındaki muhteşem asaletlerine değinmek için sarf ettim.
Zira karşımızda, imanı âdeta özümsemiş ve gündelik hayatın ötesinde en zor şartlarda bile imanın gereğini yapan tam teslimiyet sahibi bir topluluk var.
*
Hucurat suresinin 14. ayeti Müslüman olmakla mümin olmak arasındaki farka dikkati çeker.
Bir grup Bedevi’nin Peygamber’e biat ettikten sonra ‘biz müminlerden olduk’ demeleri üzerine nazil olan bu ayetin meali şöyle…
*
“Bedeviler ‘inandık’ (müminlerden olduk) dediler. De ki; siz (henüz) iman etmediniz ama ‘İslam (Müslüman) olduk.’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resul’üne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
*
Evet, Gazzeliler ayette işaret buyurulan ‘imanın kalbe hulul etmesi’ olgusunu bihakkın yansıtan bir topluluk…
Öyle bir iman ki, görür gibi teslim olmuşlar ve başlarına gelen musibet nedeniyle değil şekva etmek, şükür ile mukabelede bulunuyorlar.
*
Bu hususa dair bir değil, yüzlerce örnek vermemiz mümkün…
Henüz bir bebek olan ciğerparesini toprağa verirken ‘Efendimize selam söyle’ diyen kahraman baba, ağabeyinin şehit olması üzerine ağlayan kardeşini, ‘Üzülme, o babamızın yanına gitti’ diyerek teselli eden küçücük kız çocuğu, yine kardeşinin şehadeti karşısında mütebessim bir çehre ile “Hasbunallâh ve ni’me'l-vekîl’ diyen delikanlı ve buna benzer daha nice örnek…
*
İşte bu nedenle bendeniz, mezkûr topluluğun, bu muhteşem imanının ‘hakka’l-yakîn’ düzeyinde bir iman olduğu iddiasındayım.
Ahiret gününe ve şehadete, böylesine görür gibi iman etmenin de ötesinde âdeta onunla bütünleşen bu asil teslimiyete başka ne ad verebiliriz ki?..
Bu insanların imanıyla, ölüm karşısında tir tir titreyen kimselerin inancı aynı olabilir mi sahi?
Nitekim sırf bu iman edişe ve teslimiyete tanıklık eden ve hayran kalan yüzlerce gayrimüslim Müslüman oldu.
*
Selam olsun Gazzelilere ve selam olsun görür gibi iman edenlere…