Hani, belalı bir mahallenin ortasından geçmek zorunda kalırsınız ya.

Başka alternatifiniz yoktur.

İlla ki geçeceksiniz;

İçinizden bin bir dualar ederek…

Aniden, karşınıza üç beş çakal sürüsü çıkar.

Sustalı bıçakların şakırtılarını duyarsınız akabinde.

Çıkar lan cüzdanını” derler. “Ya malını, ya canını…

Siz, o an kaçmak istersiniz ama her bir yanınızı sarmışlardır, yerinizden kıpırdayamazsınız.

Hem kaçsanız ne yazar, mahalleyi tanımıyorsunuz ki!

Belki, bir çıkmaz sokağa sapacaksınız.

Her şey, meçhule biner.

İşte, n’apacağınızı bilemediğiniz o dakikalarda, arkadan bir ses yükselir;

Heeeeyyyt! Bırakın lan! Defolun!

Çakal sürüsü bu sefer, sizi bırakıp, sesin sahibine doğru yürümeye başlar.

Çaat! Küüüt! Bam!

Hiçbirisi, o kişinin Osmanlı tokatlarına karşı direnemez.

Her biri, bir yana savrulur.

Neye uğradıklarını şaşırırlar.

Ve dağılıp giderler.

Sonra yanınıza gelir o “ağabey”.

Bir şeyin var mı, sana bir şey yaptılar mı?” diye sorar.

Bu sofra, kurtlar sofrasıdır.

İşte o, köşe başında sıkıştırılan kişi, Türkiye’dir.

Sıkıştıranlar da, malum çevreler;

Dişine kan değmiş gafil Batı ve içimizdeki yardakçıları…

Onlara, birer birer Osmanlı tokadını giydiren, Türkiye’ye “bir şeyin var mı” diye soran, şamarı kuvvetli, delikanlı ağabeyimiz ise tabi ki, Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Pekâlâ…

Neden?

Neden, Türk halkı böyle bir siyasi yüzü, bu kadar çok sevdi?

Öl!” dediğinde ölecek, “darbeye karşı direnin, sokaklara çıkın” dediğinde, her cenahtan milyonlarla sokakları dolduracak bir karizmadan bahsediyorum.

Nasıl başardı bunu, sizce?

Bence özellikle, doksanlardaki ilkesiz ve hımbıl siyaset, 28 Şubat süreci ve de iki büyük ekonomik kriz, kontrollü olarak politik arenadaki temsil gücümüzün azaltılması, halkımızı arayışa sokmuştu.

Kendi anladığı dilden konuşacak, öyle ideolojik terimlere falan boğulmayacak, sadece elit ve akademik kesime hitap eden bir tarzdan ziyade, Ege’ye gittiğinde “netcen gari”, Karadeniz’e gittiğinde “uy benum uşağum” diyebilecek, özellikle Avrupa’nın oportünist yaklaşımlarına karşı, ülkeyi yedirmemek adına “kes ulan!” minvalinde yaklaşacak birini aradı milletimiz.

Yani bir nevi, kendisine siyasi arenada sahip çıkacak, davudi sesli, şairane bir ağabey…

Neticede, Türk siyasetinde şimdiye kadar, başa gelen birçok siyasi, olaylara “bilimsel”, “analitik” ve gereğinden fazla kibar ya da umarsız yaklaştığı için, dış mihrakların şımarmasına, egolarının kabarmasına neden olmuştu.

Hâlbuki Batı’nın anladığı dil, elbette rahmetli Ecevit’in, her ismin önüne eklediği “sayın” dili değildi.

Veyahut merhum Erbakan’ın, her MGK çıkışında tere kana battığı günlerdeki “yumuşak” dil değildi, lazım olan.

Onların anladığı dil, “Ey! Avrupa, Ey! Amerika” idi.

Ve Erdoğan da, bunu başarmış bir isim oldu.

Halkın bu talebini geri çevirmedi.

BİZE AĞABEY OL!” dedi halk.

O da, oldu.

Hayır!” diyebilmeyi başardı.

Bu yüzdendir Almanya’nın gazı.

Bu yüzdendir, Hollanda’nın aymazlığı.

Bu yüzdendir İsviçre’de, Erdoğan’ın başına silah dayalı pankartın açılması.

Batı, istemiyor böyle bir lideri.

Açık ve net!

Niye istesin ki?

Onlara, boynu bükük “sayın” diyecek adam yetiyordu.

Önlerinde, el pençe divan duracak politikacılar, en mükemmel politikacılardı onlar için.

IMF’ye boyun eğen, beceriksiz yöneticilerin olduğu, krizin ve batmanın eşiğinde, faizlerle cebelleşen, birbirinin yüzüne anayasa fırlatan bir Türkiye, onlar için en iyi, en özgürlükçü Türkiye’ydi.

Başkaldırıp, kendilerine tabiri caizse, “dağılın ulan!” diyecek bir politikayı istemiyorlar.

17-25 Aralık kumpası,

15 Temmuz işgal girişimi

Ve bugün,

“Diktatör Erdoğan” söylemi de bu sebepledir.

Hazımsızlık, had safhada…

Hani, kediyle ciğer ilişkisi, anlarsınız ya…

Ulaşamadıklarına “mundar” deyiveriyorlar hemen.

Konuyu toparlayacak olursam;

Türkiye böylesine başarılı, boyun eğmeyen, başı dik bir liderin kıymetini bildiği sürece, birileri, “kahretsin yine olmadı” diyerekten, viski kadehini daha çooook yere çalacaklar.